Sayfalar

29 Nisan 2019 Pazartesi

NEFES




























Mart; cehennemin dibi.
Nisan; çok baharatlı, bol sebzeli çorba kıvamında ruh hali.
Mayıs; umut.

Bana gelip sorsalar her açıdan hayattaki en zor, en karmaşık dönemin ne zamandı diye, hiç tartışmasız 2019 mart ayı derim.

Bana gelip sorsalar, her açıdan bir gülüp bir ağladığın, kararıp kararıp aydınlandığın, neler neler düşünüp, düşündüklerine kendin bile hayret ettiğin dönem ne zamandı diye, 2019 nisan ayıydı derim.

Ve bana sorsalar, her açıdan hayatında, tünelin sonundaki ışığı en yoğun hissettiğin zaman ne zamandı diye, işte tam da bugünler derim.

Hayat çok garip, hayat inanılmaz, hayat çok deli.
Neler neler yaşıyorsun, neler neler yaşatılıyor sana ve neler neler yaşatıyorsun sen onlara.
Milyon tane düşünce, hayal, hayal kırıklığı, hata, deneyim, güzellik, gözyaşı, korku, panik, mutluluk, sızı, coşku...

Ve tüm bunların karmaşası arasında ayakta tutmaya, sevmeye ve yeniden tanıyıp keşfetmeye çalıştığın bir 'ben'.

Ve o ben yıllardır diyor ki, "Hayatta yaşadığın her şeyin bir anlamı, bir sebebi var. İyi ya da kötü." 
Ve o ben kendini bildi bileli hep şu şekilde dua ediyor, "Tanrı'm, hayatımdaki tüm güzellikler ve şimdi kötü gibi görünen ama iyiye sebebiyet verecek tüm kötü şeyler için teşekkür ediyorum."

Bazen öyle bir şey yaşıyorsun ki, bunun iyiye dönüşmesi asla mümkün olamaz diyorsun ama ne oluyor ediyor, su akıyor, yolunu buluyor, ve illa ki senin için olumlu bir yanı, anlamı oluyor.

Sen de Polyanna'cılık, ben diyeyim her şerde bir hayır vardır kafası.

Ama her şekilde, bakış açısı.


Bugün aynaya bakıyorum ve şefkatle yanaklarımı seviyorum. Acılarıma, hatalarıma, öfkelerime, isyanlarıma merhem oluyor o seviş.

Bugün sevdiğim adamın yüzüne bakıyor ve kokluyorum onu. Acılarına, hatalarına, öfkelerine, isyanlarına ilaç oluyor o koklayış.

Bugün kedimi, köpeğimi okşuyorum, günlük hayatın karmaşasına, soru işaretlerine, baskısına derman oluyor o okşayış.

Bugün mis gibi havayı içime çekiyorum, ağaçtaki bahar çiçeklerine bakıyorum, ve o ne yaptı, ben ne yaptım, bu, şu, o ne yaptı, ne dedi demeyi bırakıp, biz ne yapacağız diyorum.
İçim ferahlıyor, temiz bir nefes alıyorum haftalardan sonra ilk defa.

Bakıyorum, mayıs geliyor.
Ve sanki güzel geliyor,
tatlı, umutlu geliyor.



Hayatıma ve içinde yaşadığım her şeye,
derin derin şükrediyorum.


25 Nisan 2019 Perşembe

Her Gencin Rüyası: UZUN SÜRELİ SCHENGEN VİZESİ - 1 -



























Bunu yapmasam olmayacaktı! 

Vizemin onayladığını, hele de bunun 2 senelik olduğunu bildiren telefonu aldıktan sonra, , önce hoplayıp zıplayıp, sonra biraz internette konu ile ilgili dolanıp, en sonunda da bu yazının başına oturmasaydım, gerçekten uykum kaçardı!

Şimdi, "Aaa 2 sene için mi uzun süreli deyip yaygara yapıyorsun?!" diyecek arkadaşlara kısa ve net cevabım: 
"Sen bi sus. Adamın asabını bozma."

Şimdi arkadaşlar şaka bir yana, bende, vize başvurularım öncesinde ve sonrasında internette dolanıp, özellikle Ekşi'yi hatmedip, kime hangi şartlarda hangi ülkeden ne kadar vize vermişler diye bakıp, önce "O zaman bana da şu kadar çıkar", sonrasında da "Ohho ben iyiymişim bunlara göre." vs.. gibi kıyaslamalar yapma huyu var. Bu kıyaslamalar, incelemeler, didik didik etmeler her zaman gerçekçi sonuçlar doğuruyor mu, hayır. Ama gerçek olan bir şey var ki, 2 senelik vize, uzun süreli vizeden, yani yüz güldüren türden sayılıyormuş. Bunu bugün iyice kavradım.

Amerika sana vizeni 10 yıllık veriyor, İngiltere kaç yıllık para bayılırsan o kadarlık veriyor (tabii reddetmezse) ama Schengen ülkelerinde durum inanılmaz muallak. Yukarıda sözünü ettiğim derin araştırmalarım (!) sonucunda ağzımı açık bırakacak neler okudum neler! "Buna kesin 5 yılı yapıştırırlar!" diyeceğin adama 15 günlük tek girişli vize verilmesi  mi dersin, 8. vizesini almasına rağmen hala 6 ayı geçemeyen mi dersin, veyahut, "Anacım bunu kapıdan bile baktırmazlar, ne diye başvurmaya zahmet etmiş ki" diyeceğin tipe 3-6 aylık vizeler mi dersin! Hatta ve hatta 2 yıllık vizesinden sonra, 15 güne düşenler mi dersin! Neler neler.

Yani bu şu demek oluyor; Her başvuru süreci ayrı bir stres, ayrı bir kalp çarpıntısı. Ve benim açımdan, yeşil pasaport sahibi olup, hali vakti de yerinde olduğu halde patates gibi evinde oturanlara tatlı tatlı sövme süreci. (Kulakları çınlayanlar kendilerini bilir.)

İnternet alemi, "Nasıl uzun süreli vize alınır" başlıklı yazılarla kaynıyor ve aslında  yüzde yüz garantisi olmasa da, bu soru genelde aynı cevaplara çıkıyor. Ve ben de bu havuzun içinde bir damla olarak yer almasaydım, dediğim gibi uykum kaçardı. Ama şunu da unutmayın ki, bu işin belli bir matematiği yok, herkes kendi tecrübelerinden yola çıkarak bilgi aktarımı yapıyor, ben de öyle yapacağım. Sonra gelip de, "Aynı şeyleri yaptım, sana niye 2 sene de bana 3 ay, 6 ay?!" diye ayarlanmayın.
Hadi başlayalım!


...  "O İŞ BENDE" KAFASINDAN ÇIK. SENDE DEĞİL ÇÜNKÜ. ...


Her zaman derim ki, herkes bildiği işi yapmalı, klasik Türk kafasıyla ben her şeyi bilirimcilik oynamamalı..  Şöyle ki, internette bolca okuduğum bir tepki var: "Aracı kurumlara, turizm şirketlerine para kaptırmayın, vize başvurunuzu kendiniz yapın."
Evet tabii ki vaktin ve cesaretin varsa kendin yapabilirsin ama bu kaçıncı vizen olursa olsun riski her zaman göze alacaksın. 

Vakit: Sen zaten kendi toparlayacağın evraklar için hatırı sayılır bir süre harcayacaksın, bunun için belki iş yerinden izin alman gerekecek ve tek başına başvurursan geri kalan her türlü getir-götür işini de kendin yapmak zorunda kalacaksın. Vaktim var diyorsan tamam, ama bence aşağıyı okumadan karar verme.

Cesaret: Evet cesaret. Neden mi? Çünkü bilmem kaçıncı kez başvurduğun ülkenin vize  sürecinde bile öyle aklına gelmeyecek bir çapanoğlu çıkabiliyor ki, "Aa bu ne şimdi yaa" diye kalakalıyorsun. Dilekçe yazman, izahat yapman gerekebiliyor. Ama böyle bir durumda ne yapılır, ne yazılır bilmiyorsun, hadi hoop internet başında saatler harcayıp, elalemin tecrübelerinden cevaplar çıkarmaya çalışıyorsun. El fikriyle gerdeğe giriyorsun kısacası. Kaybettiğin ekstra zamanı geç, "Doğru yaptım mı, hallolacak mı acaba?" diye dökeceğin ecel terine bile değmez.

Örnek, bir başvuruda, üstelik İtalya'dan, "Pasaportta buruşukluk var." diye itiraz geldi. Hadi bakalım! Aynı durumdaki pasaporta verilen Fransa ve İngiltere vizelerinden sonra, aynen şunu dediğimi hatırlıyorum:
"Ne buruşuğu ya! Anlaşılmıyor bile! Kıl Fransızların, ondan da kıl İngilizlerin bile görmediği buruşukluğu benim jelibon gibi tatlı İtalyanlarım nasıl gördü?!" 

Evet, görmüşler! Muhtemelen cam dibi gözlüklü, hayatla sorunları olan bir memura denk gelmiş pasaport ve görmüş işte! Üstelik geç bir başvuru, seyahate resmen günler kalmış. Hadi buyur buradan yak. Eğer bu aracısız bir başvuru olsaydı, panikten kalp krizi geçirecek olmayı da bıraktım, hem bu iş nasıl çözülür diye araştırma yapmak hem de bizzat ilgilenmek, koşturmak için kimbilir nasıl zaman harcayacaktım. Belki de seyahate yetişmeyecekti bile vize. Ama böyle bir durumda ne yapılacağını bilen aracım ve onun koşturmaları sayesinde, bana sadece heyecanlı bir bekleyiş düştü ve şükür ki yolculuktan birkaç gün öncesine yetişti vize.

Diğer yandan, bu aslında bir Berlin seyahati olacaktı, biletlerim çok önceden alınmıştı, rezervasyonlarım tamamdı ama vize başvuruşu için gecikmiştim ve "Eylül bu senin ilk Almanya vizen olacak, geç çıkabilir, seyahate yetişmeyebilir, yetişse bile kısa süreli olması yüksek ihtimal" diyerek Almanya seyahatimi İtalya'ya çevirttiren de yine aracım oldu. Ne kadar da iyi yapmış! 

Bunun dışında da, şimdiye kadar ülkeye ve o ülkenin kriterlerine yönelik aklıma dahi gelmeyecek çok fazla konuda beni yönlendirdi, tabiri caizse vizelerimi kurtardı! 

O nedenle, kendi başına iş görmeye kalkma canım kardeşim. Aracıya vereceğin 25-30 euro, senin mesela İtalya'da yiyeceğin bir pizza ve yanında içeceğin iki-üç bardak şarabın parası alt tarafı. Riske atıp red yemeye ya da kaçan uçağın ardından mendil sallamaya değer mi?!




































... HESAPTA MANTAR GİBİ TÜREYEN PARACIKLAR! (Tek akıllı sen misin?) ...

Schengen ülkeleri hesapta para görmek ister, doğru. Fakat İngilizler gibi paranın gerçekçi kaynağını, toplu meblağın aylık kazancına bölününce ortaya çıkacak miktar ile tutarlılığını çok fazla eşelemezler. Seyahat süresince sana yetecek paran var mı, güzel. Ama burada bitmiyor. Eğer beyan ettiğin banka hesabın uzun süre boyunca nadasa bırakılmış tarla gibi bomboş ve hareketsizse ve, aaa, nasıl olduysa tam da başvurundan birkaç gün önce o tarlaya binlerce liracık ekilmişse, orada duracaksın! Tek akıllı sen misin? Bunun vize memurları için meali şu: 

"Ben aslında çulsuzum. Düzenli gelirim de yok. Ama ülkene girmeyi de çok istiyom hacı. Bizim kankadan borç aldım, hesaba doldurdum. Şu vizeyi çabucak ver ki, hemen çekip adama geri vereyim, kıllanmasın."

Üzgünüm, ama durum bu. Ha bu şekilde vize alanlar yok mu, var. Ama cidden çok riskli. Uzun vize almayı geçtim, red yeme riski yüksek. O nedenle hesaba düzenli olarak yatan maaşlar ya da kendi işine sahipsen - yüksek meblağlar olmasına gerek olmaksızın - hesabındaki düzenli giriş çıkışlar ve bunlarla da orantılı bir toplu para candır. 
Kendimden örnek vereyim: Üç aylık Schengen ile sonuçlanan ilk başvurumda şimdikinden daha fazla param vardı hesabımda. Ama aradan zaman geçti, daha az bir meblağ ile başvurmama rağmen bugün iki yıllık vizemi verdiler. Çünkü her seferinde aşağı yukarı aynı giriş-çıkışları, işi ve düzeni görüyorlar. Yani burada kilit nokta nedir: İstikrar.

Ha, "Bende istikrar ne arar, illa ki kankayı yolacağım." diyorsan, bari bunu başvurudan uzun süre önce yap ve o para azıcık beklesin hesapta. Kankayı kıllandırmak mı, vize memurunu kıllandırmak mı? Seçim senin.


... SADAKAT, HAYATTAKİ EN ÖNEMLİ ŞEY ...

Hayatımızın her köşesinde; işte, aşkta, dostlukta sadakat arıyoruz da, adamlar bizden bunu talep ettiğinde niye şaşırıyoruz? 
Peki, nedir vize sürecindeki sadakat hadisesi?

Kısaca şöyle: Adam sana diyor ki, 
"Gel vizelerini hep benden al. Ben de sana her başvurunda kat kat fazlasını vereyim." 

Sen şimdi diyeceksin ki, "Ben hep aynı ülkeye mi gideceğim?! Bu ne saçmalık kardeşim!" Tamam, celallenmekte haklısın belki, kanın kaynıyor, her çıkışında başka ülke keşfetmek istiyorsun, anladık, ama maalesef bu amcalar senin kalbinden fışkıran hayallerle ilgilenmiyor! Kendi matematikleri var. "Hmm. Bu benim ülkemi seviyor, sık sık da geliyor, belli ki daha da gelecek, ben buna uzun vize vereyim, sevinsin" diyor. (Sevinsin kısmı tabii benim yüce gönlümden geçen:) .) Ve sen burada aşağıdakilerden birini seçeceksin:

1- "İlk giriş ülkem hep aynı olsun, her başvurumda daha uzun vize alayım, uzun vizemle diğerlerine de istediğim zaman giderim, bu rahatlığın keyfini süreyim."

2- "Hayır her seferinde ayrı ülkeden başvuracağım, kısa vizelere razıyım, her vize başvurusuna aynı parayı ödeyeceğimi de biliyorum ama bana ne. Hayır her seferinde evrak toplamak bana koymuyor, hatta zevk bile alıyorum. - Mazoşist olduğumu söylemiş miydim güzelim?;) -  Hayır euro'nun uçmuş olması da umurumda değil. Evet, euro benim köpeğim olsun. Ve evet, bende vakit de para da b.k!"

Eh allah senin bildiği gibi yapsın o zaman kardeşim! Kendin bilirsin.

Velhasıl arkadaşlar, asla yüzde yüz netliği olmamakla beraber Yunanistan, Fransa ve İtalya'nın vize konusunda daha anlayışlı ülkeler olduğu söyleniyor. Ama bizdeki ya da onlardaki politik gündeme ve hatta dosyanın, cam dibi gözlüklü, hani o hayatla sorunları olan memurun eline düşüp düşmeyeceğine bağlı olarak bile her şey değişebilir. Demiştim ya, ne acayip örnekler okudum!

Yine kendimden örnek vereyim. Eskiden yeşil pasaportu olan şanslılardandım ama babacığımın kanatlarından düşeli beri aldığım schnegen vizelerim sırasıyla şööyle:

İtalya 3 Ay - Fransa 6 Ay - İtalya 1 Sene - İtalya 2 Sene

Gördüğünüz gibi, jelibonlarıma sadakatle bağlıyım!

(Not: Pasaportumda İngiltere vizem de bulunuyor, bunun Schengen sürecine olumlu etkisi olduğunu söyleyenler var ama ne derece doğru inanın bilmiyorum.)

Hadi geçelim diğer çoook önemli konuya! (Okumaktan sıkıldın mı? Sonra niye vize elimde patladı diye ağlama ama. :)




























... ŞARK KURNAZI ÇOK. AMA SEN OLMA!...

Adamlar sadakat arıyor evet. Ama gerçek sadakat! 
Yani parmağına vize yüzüğünü takıp sonra hoop başka kollara atlamayacaksın! Boş laf etmeyecek, sözünde duracaksın. Bu ne demek peki?

Sen İtalya'dan vize başvurusu yapıyorsan, adamlara "Vizemi ver, ilk senin ülkene gireceğim." sözü vermiş oluyorsun. "E tamam zaten nereye gireceğim ki!?" diyorsan doğru yoldasın ama emin ol kötü yola düşen, verdiği sözden dönen çok fazla akıllı (!) var ortalıkta. 
Mesela uyanık Almanya seyahati yapacak ama adamlardan vize almak da zor. En azından uzun almak. E o zaman ne diyor, "Bu soğuk Almanlarla uğraşmayayım. Sahte uçak/otel rezervasyonlarıyla daha kolay (ve hatta uzun) vize veren İtalya'dan başvurayım, atayım Schengen'i cebe, gereğini yapayım, sonra da İtalya'ya dil çıkartıp, kapı gibi Schengen'imle ver elini Almanya! Ohh. Beyin bedava."

Sen öyle san.

Ha alır mı vizeyi, tabii ki alır! Ama bir sonraki vizesine - hem de daha uzun olsun düşüncesiyle - tekrar İtalya'dan başvurmak istediğinde, çok afedersiniz, babayı alır! 

En kısa vizeyi ve hatta belki reddi görünce, pasaportuna bakakalır!

.............

YAZININ DEVAMI BURAYA TIK TIK!



23 Nisan 2019 Salı

AŞK YENİDEN




Yanıp sönen imlece bakıyorum dakikalardır.
Asla göremeyeceğiniz satırlar oluşuyor burada, sonra yok oluyorlar. Bir daha beliriyorlar, yine buharlaşıyorlar.

Bir yazıyorum, bir siliyorum.
Son zamanlarda hayatımda da yaptığım gibi.

Ve son zamanlarda kendimle de kıyasıya uğraştığım gibi.

Ve hayatımla. Geçmişimle, bugünümle, geleceğimle. 
Kalbimle, zihnimle, hayallerim ve gerçeklerimle. 
Düşündüklerim, isteyip de düşünemediklerim ve düşünmek istemediklerimle.

Kendimi kanırtıyor, kendimi gülümsetiyor, seviyor, kanatıyor, coşturuyor, uyutuyor, tekrar uyandırıyor, yine uyutuyor, okşuyor, bırakıyor,  kandırıyor, düşürüyor ve tekrar ayağa kaldırıyorum.

Ve sürekli okuyorum.

Yazılarımı.

Kendi yazılarımı.

Başım dönene, zihnim bulanana, gözlerim kıpkırmızı kesilene kadar okuyorum.

Kendi hayatımda, ruhumda, uzak ve yakın geçmişimde,  minik minik mutluluklarımda, sızılarımda,  Mısır'ın yumuşacık tüylerinde, sabah kahvaltılarında, kalbimi ısıtan ve yaralayan her anda,  sevdiklerimin dokunuşlarında, mis gibi kokan kahvelerde, isyanlarımda, sayıp sövüşlerimde, yaz sofralarında, sevinçten havaya uçuşlarımda, zeytinyağına bandığım ekmeklerde, kışın yağan karda, tenimi saran deniz tuzunda, güneşte, burnuma gelen, hayatıma dair her kokuda,  
inanılmaz bir zaman yolculuğuna çıkıyorum.

Bazen hüngür hüngür ağlıyorum, gözümün yaşından görüşüm bulanıyor, bazen tıkarnırcasına kocaman kocaman kahkahalar atıyorum.

Evet, kendi yazılarımı okurken.

O kadar yoğun bir duyguya giriyorum ki, bunu ben bile kelimelerle ifade edemiyorum.

İşte o an fark ediyorum,

Ben aşığım.

Hem de delice.

Koca bir silleyle yere savrulup, karanlıkta yolumu bulamazken, hatta nefes bile alamazken beni elimden tutup, başımı okşayarak sakince ayağa kaldıran, sanki yanaklarımı sevip, saçlarımı öpüyormuşçasına beni teskin eden, varlığıyla içimi titreten, kafamı göğsüne gömdüğümde hem huzurla eritip hem de içimdeki deli ateşi harlayan,
bana beni hatırlatan,
bana beni sevdiren,
beni en en en çok mutlu eden şeye aşığım...

Kelimelerime...

Bunca yıldır en güzel ve en acı anlarımda içimden harf harf dökülüp birleşen, 
her durumda bana iyi gelen, merhem olan, bir araya geldiğimde dünyayı unuttuğum kelimelerime.

Öyle bir tokat gibi, öyle bir derinden fark ediyorum ki yazmayı ne kadar çok sevdiğimi.
Ve ne kadar çok ihmal ettiğimi.
Ve, ah, ne kadar çok özlediğimi!

Ve şimdi biliyorum ki artık ayrılık yok. 
Yüzüme, günlerime güneş gibi doğan, içimi ısıtan  o aşka, kahramanıma bir daha sırt çevirmek yok.
Asla, asla!

Madem onunla nefes aldım yeniden, 
son nefesime kadar onunlayım artık.

Dönüş yok.



..........

18 Nisan 2019 Perşembe

Bir Ataletin Yıkılışı: SEMT FOTOĞRAF PROJESİ





Fotoğraf üretmeyi çok fazla seviyorum. Mesleğimden dolayı da bu benim hep sağ kolum oldu. Kendimi bildim bileli hep severek fotoğraf çektim.

Ancak bunun heyecandan ellerimi kaşındıran bir tutkuya dönüşmesi, hayatıma aşk gibi girmesi  2015 senesine denk geliyor. Bununla ilgili ayrıca bir yazı yazacağım, o nedenle şimdi fazla detaya girmeyeceğim.


Yıllardır yaptığım yurtdışı seyahatlerimde kameram emzik gibi sürekli boynumdaydı ve gerçekten manyaklar gibi fotoğraf çektim. Hatta o kadar kaptırdım ki, bazen içinde bulunduğum şehre şöyle gevşeyerek kendimi bırakmayı bile unuttum.. 
Bu kötü bir şey mi, çoğunlukla hayır.
Ama durun, lafım daha bitmedi.

Ben o yabancı şehirlerde fellik fellik gezip, deli gibi üretim yaparken, her geri döndüğümde "Senin gibisi yok arkadaş!" dediğim güzeller güzeli İstanbul'umu ne yazık ki kenarda boynu bükük bıraktım.

Hiç mi fotoğraf çekmedim İstanbul'da, tabii ki çektim. Ama içimdeki tutkuyla oranlarsak, üstelik İstanbul'un nasıl muhteşem ve fotografik bir şehir olduğunu düşünürsek, sahip olduğum bu cevhere yeterli kıymeti verdim mi, maalesef hayır.

Siz deyin tembellik, ben diyeyim atalet..
Siz deyin hayat koşturmacaları, ben diyeyim 'nasılsa elimin altında' rahatlığı...

Diğer yandan bir şey keşfettim kendimde. Evet ben çalışkan bir insanım, severek yaptığım işe sabahlar olmasın tadında tutunurum, gözüm hiçbir şeyi görmez. Ancak gel gelelim hayatın telaşından, eğer bir iş mecburiyetim değilse salabiliyorum, tutku dahi duysam.

Tuhaf bir duygu bu, ilgilenmek istiyorsun ama bir şekilde diğer şeyler ön plana çıkıyor ve 'tutku duyduğun halde yapamadığın' o şey bir karın ağrısı gibi kalıyor içinde, unutamıyorsun da çünkü. Zihnini kemirip duruyor yandan yandan.

İşte tam da bunları düşündüğüm günlerde bir aydınlanma yaşayıverdim!
Gözümün önünde bir flaş patladı.


Bana bir çoban lazımdı!

Evet çoban.
Koyun olduğumdan mı? Hayır.

Ama bana "Hadi hadi!" diyecek, 
günlük koşturmacalarımla uğraşıyor dahi olsam, "Kalk bakayım, al şu kamerayı eline!" diye motive edecek, 
yeri geldiğinde de sopasıyla arkadam dürtüp, "Şşşt kime diyorum! Seni tembel. Hadi bakayım koş koş, bugün çekime çıkıyorsun." diye atarlanacak, 
yani kısacası beni yola getirecek bir şeye ihtiyacım vardı!

Ve 'o şey' bir gün internette gezinirken karşıma çıkıverdi! 

Bir proje. Yedi ay sürecek. İstanbul karış karış gezilecek (evet evet İstanbul!), fotoğraflanacak ve adı da SEMT.
Bunu görüp gözlerimin faltaşı gibi açılmasıyla, allah allah diyerek İfsak'a koşturup kayıt yaptırmam arasında geçen süre çok kısa. :)

Ve sonrası nasıl güzel, nasıl keyifli!

Başımızda, danışmanımız olan hem fotoğrafçı, hem yönetmen Serkan Turaç ve danışman yardımcımız olan Sezin Melik Bozkurt adında iki harika adamla, ödevler, sorumluluklar, mütemadiyen düzenlenen ve saatler süren ama asla sıkmayan toplantılar, tartışmalar, çekimler, değerlendirmeler, yine çekimler, yine toplantılar!
Fotoğrafla dolu, üretimle dolu ama en önemlisi İstanbul'la dolu koskoca yedi ay!

Fotoğraf konusunda etrafımı saran atalet kabuğunu nasıl çatır çatır çatlattı bu proje, kendim bile inanamadım. 
Sayesinde İstanbul'un hiç görmediğim semtlerini keşfetmekle kalmadım, mesela tanıyorum sandığım kendi semtim Beşiktaş'ıma bile başka gözle bakmaya başladım.

Sokaklarda çok tatlı insanlarla tanıştım, çocuklara sarıldım, kedileri okşadım, normalde adımımı atmaya korkacağım mahallelerde, bir başıma, yine normalde yaklaşmaya çekineceğim kişilerle tahmin bile edemeyeceğim güzel sohbetlere daldım. 

İstanbul'un bambaşka bir yüzüne birebir tanıklık ederken, kendime ait başka başka yüzlerimi de tanıma ve keşfetme şansım oldu.
Daha ne ister bir insan?

Tabii bu süreçte hepimizin arada tembelliğe düştüğümüz, hayatımızın telaşları, sıkıntıları içinde azıcık gevşeyeyazdığımız zamanlar olmadı mı, oldu tabii ki.
Ama işte o noktalarda da hocamız  şöyle tatlı sert denecek şekilde öyle güzel ittirdi ki bizi, öyle güzel motive etti ki, sonuçta, sadece çekimlere çıktığım değil, toplantılarını bile iple çektiğim harika bir proje çıktı ortaya!

Şimdi sergimiz hazırlanıyor. 
Ah evet bir sergimiz olacak tabii, boşuna mı çalıştık :) 
Hatta kitabımız bile olacak.
Çok heyecanlıyım, hepimiz çok heyecanlıyız.

İnsanın hayatında "iyi ki"ler biriktirmesi ne güzel, ne tatlı bir şey.

Şimdi yedi ay öncesine geri dönüp bakıyorum ve "İyi ki bu projeye katılmışım." dememin yanı sıra, üstüne basa basa şunu da söylüyorum:

"Evet, bana gerçekten bu lazımmış!"


.......

Not: Sergimiz 27 Nisan Cumartesi günü, 16.30'da İfsak'ta açılıyor, 17 Mayıs'a kadar sürecek. Gelebilecek olanları bekliyorum! Çok çalıştık, emek verdik, varlığınız ve yorumlarınız bizi çok mutlu eder!




16 Nisan 2019 Salı

NEREYE UÇUP GİTTİ SENSİZ İKİ SENE




Yaklaşıyor dedim, geliyor dedim haftalardır, keşke o günü atlayabilip, 17 Nisan'dan devam edebilsem hayatıma dedim ama olmadı, olmuyor.
Yine geldi ve yine o günün içindeyim işte.

Sensiz nereye uçup gitti koskoca iki sene derken, diğer yandan kafam çok bulanık. Çok karışık.

Çünkü sen iki senedir -bedenen- yoksun ama aslında o kadar varsın ki.
Seni sevmediğim, özlemediğim, düşünmediğim tek bir günüm bile geçmedi bu süre içinde.

Tek bir gün bile!

Hala her gece montuna sarılarak yatıyorum. 
Hala her gün fotoğraflarına bakıyorum.
Hala acı çekiyorum yokluğundan ama o acı eş zamanlı olarak öyle bir şeye evrildi ki, sen resmen omzumdaki koruyucu meleğe dönüştün bu geçen süre içinde.

Hayatın şu ya da bu nedenle ayağıma dolandığı, kalbimin kırıldığı, zihnimin öfkeye bulandığı, hatta en dibi gördüğüm anlarda bile, senin varlığın teskin etti beni.
Yanımda değildin belki fiziken, koklayamıyordum seni ama yine de sana sarıldım hayalimde de olsa ve hep kurtardın sen beni.

Belki gidişini kabullenemediğimden ve senden hiç kopmak istemediğimden zihnim iyice sana tutundu, belki de dünyada başıma ne gelirse gelsin, kim canımı ne kadar yakarsa yaksın, SENİN beni asla üzmeyeceğini, SENİN gerçek bir melek gibi elini üstümde tutacağını ve beni hep koruyup kollayacağını bildiğimden...

Dokunamamanın acısı çok derin ama hep yanımda olduğunu hissetmek paha biçilemez. 
Sen hiç gitmedin.

İşte bu yüzden bu lanet olası gün geldiğinde parçalanıyorum. 

Ne kadar dirensem de, zihnimi kapatmaya, düşünmemeye çalışsam da o günün anıları saklandıkları yerden fışkırıp, kalbime, beynime, ruhuma hücum ediyor.

Feci durumda olmana rağmen, son güne kadar seni kaybedeceğime ihtimal vermemişken, 16 Nisan 2017'nin ilk saatlerinde "Allahım, oğlum gidiyor mu yoksa?" düşüncesinin içime saplandığı o anlar,

Yatak odasına gidemeyip, salondaki kanepede hep beraber sabahladığımız, sürekli nefesini kontrol ettiğim o saatler, 
Sen uyumayı başarabildiğinde benim de azıcık dalışım ve sonra senin son sesinle uyanışım.. 

Sonrası kabus. 
Sarsıyorum, sarılıyorum, sıcacıksın, yumuşacıksın. Kokun aynı.
Deliriyorum, çığlıklar atıyorum, ama hepsi boş.

Giden gitmiş.

Saatler geçiyor öyle. Yattığın odaya girip çıkıp duruyorum, ağlıyorum, evin içinde ruhum çekilmiş gibi bir oraya, bir buraya gidiyorum. Her fırsatta dokunuyorum, soğuk da olsan, yüreğimi paralasa da patilerini, burnunu, elini, kolunu, her yerini öpüyorum çünkü biliyorum ki gelecek olan başka bir an daha var..

Ve o an da geliyor.

Nefes almıyor olsan bile karşımda durduğun o son anda, seni, onlarca rengarenk kır çiçeği ile sarıp, son kez öpüp, tüylerine son kez dokunup, yüzüne son kez bakıp, toprağa veriyorum.

Bir daha görmek yok, cansız da olsan bedenine dokunmak yok, koklamak, okşamak yok.

O toprak örtüsüyle birlikte bitiyor hepsi.

Yanından ayrılırken, arabanın motoru çalışıp da tekerlek döndüğünde, saniyeler içinde senden uzaklaşmaya başladığımda, seni oracıkta yapayalnız bırakıp gidiyor olma düşüncesi öyle bir patlatıyor ki suratıma, bağırmaktan sesim kısılıyor.

Sonrası çok zor, çok acı. 
Hayatımda ilk defa anlıyorum ki kalp gerçekten -gerçekten- acırmış.

Günler, haftalar, aylar geçiyor. 
Bazı günler hala içim koparak ağlasam da, içimdeki varlığın, dışımdaki acıya merhem oluyor. 

Her günü birlikte yaşıyoruz seninle iki senedir.
Birlikte gülüp ağlıyoruz her şeye.
Babana birlikte atar yapıyoruz ve birlikte seviyoruz,  Hodor'la, Faik'le birlikte oynuyoruz.

Kahvaltılar birlikte, uykular, uyanmalar hep birlikte.
Birlikte geziyoruz, okuyoruz, izliyoruz, kokluyor ve keşfediyoruz hayatı.

Her nefesim seninle birlikte.

Ama işte bu tarih, şu saatler çok zorluyor beni oğlum. Hatırladıkça içim daralıyor, kalbim sıkışıyor. Geçsin, gitsin, bir an önce bitsin istiyorum gün. 


Akşam mezarına geleceğiz, çiçekler koyacağız. Konuşacağız her zamanki gibi. Ben yine üstünden bitip çıkan otları seveceğim. 

Yine arabamıza bineceğiz, motor çalışacak, tekerlek dönecek.

Ve sonra evimize gideceğiz ve bu günü de atlatacağız, 
seninle birlikte.


14 Nisan 2019 Pazar

CLOSER - SEVGİ NEDEN YETMEZ



Dün gece nihayet Closer'ı izleyebildik. 
Daha doğrusu, nisanın ortası gelmiş, onca koşturmacadan, telaştan sonra nihayet bir oyuna gidebildik, bu da son gösterimini yapan Closer oldu.

Beni bilen bilir, uzmanlığım dışındaki konularda bilirkişi gibi ahkam kesmeyi sevmem, çekinirim. O nedenle de oyunu bir tiyatro eleştirmeni gibi didikleyemem tabii ki.

Gökhan filmleri ve oyunları 'okuyarak' izlediği için - hatta bu yüzden arada ruhtan kopabiliyor - o farklı değerlendirmeler yaptı oyunculuklar vs.. hakkında.

Ama ben malum, kendini her durumda duyguya bırakan bir insanım ve oyunu sevdim. 

Oyunun yapısı gereği karakterlerin yüz yüze bakmıyor oluşu ilk başta biraz gerse de sonrasında hemen alışıveriyorsun.

Dümdüz ve duygusuz bakan biri hikayeyi gayet "Kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan dört karakterin hikayesi" olarak yorumlayabilir ama onlarla işimiz yok değil mi?

Kendi hayatlarına ve ilişkilerine dair kafaları karışık, çatışmaları ve çıkmazları olan, bu çıkmazları yoluna koydukları yerden tekrar çatlayıp kanayan, kanları birbirine bulaşan, belki -görece- kötü şeyler yapan ama hiçbiri tekil olarak kötü olmayan dört karakter, dört insan.

Yani kısaca; ben, sen, o, biz, siz, onlar.

"Hayır hayır, benle ne alakası var yaa?!" diyecek olanın da alnını karışlarım çünkü az ya da çok, göbeğinden ya da ucundan hepimizin hayatına değen bir hikaye bu.

Hatta oyunun bazı diyalogları o kadar tokatladı ki beni, hani sinemada olsam amaan boşver deyip ağlayabilirdim, dün akşam sahneye o kadar yakındım ki şişip şişip, yutkunup oturmak zorunda kaldım.

Diğer yandan ben oyunculukları da çok sevdim. Yani en azından rahatsız eden, tırmalayan bir duruma rastlamadım. Gayet doğal, tatlı ve akıcıydı hepsi. Klişe bir yorum olarak, karakterlerine güzel girmişlerdi. 
Ahu Yağtu, Serhan Onat ve Zeynep Tuğçe Bayat'ı daha önce herhangi bir yapımda izlememiştim. Dün hepsinin performansına bayıldım. Her ne kadar Gökhan, "Erkek karakterler özellikle iyiydi." dese de bence kızlar da gayet döktürmüşler, erkeklerden hiç altta kalır yanları yoktu.

Bir de huyum kurusun, eğer bir oyuncu özel hayatında mendebur, kompleksli, sevimsiz vs.. bir karakterse, sahnede harikalar da yaratsa ben o kişiye ısınamıyorum. Ağzıyla kuş tutsa bitiyor yani benim için.
Diğer yandan bunun tam tersi olarak, gerçek hayatındaki hayvan severliği ve merhametiyle de, Cansel Elçin sevdiğim ve çok takdir ettiğim, kalbi yüzüne yansımış dediğim üç beş oyuncudan biridir. Onu da tiyatroda ilk izleyişim oldu ve bence harikaydı. Hele hele de bu adamın bundan çok da uzun olmayan bir süre önce doğru dürüst Türkçe bile konuşamadığını düşünürsek... Helal olsun.

Oyun, yoğun cinsel diyaloglar, müstehcen sözler ve yer yer küfür içeriyordu. Ama rahatsız edici miydi? Kesinlikle hayır. Bu da sanırım oyuncuların başarısı, ağızlarına çok güzel yakıştırmışlar. Hele sonlara doğru, Dr. Larry'nin (Cansel Elçin) Dan'e (Serhan Onat) böyle hızlı hızlı, ağız dolusu saydırdığı bir 'küfür öbeği' vardı, bırakın rahatsız edici olmayı, son derece doğal ve sevimliydi bile. Baya güldürdü seyirciyi.

Diğer yandan yine Dr. Larry'nin bazı sahnelerinde arka koltuklardaki teyzelerden "Pis sapık!" gibi atarlanmalar duyduk ama bu da seyircinin karaktere yönelik gayet doğal ve sevimli bir tepkisiydi bence.

Ha ama, bu oyuna gelip de içerdiği cinsellikten rahatsız olanlar da olabilir mi, olabilir. Onlar da gidecekleri oyunları baştan iyi araştırsınlar derim. Çocuk tiyatrosuna gelmiyorsun sonuçta.

Velhasıl, Closer Gökhan için, arkasından bin tane teknik 'değerlendirme' yaptığı, benim içinse kendimi ruhuna bırakıp -hatta gündelik modumdan dolayı biraz fazla bırakıp- sonuç olarak sevdiğim ve etkilendiğim bir oyun oldu.

Filmler, oyunlar ya da kitaplardan sonra kendime hep sorarım, iyi ki izlemiş/okumuş muyum diye. Kıymetli vaktimin boşa gidip gitmediğinin hasar tespitini yapıyorum zaar. :)

Bu oyun için düşüncem net, evet iyi ki gitmişim!






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...