Sayfalar

27 Aralık 2011 Salı

Küçük Kız, Yılbaşı ve Ben






























Yedi ya da sekiz yaşındaydım sanırım. Yaşımdan emin değilim belki ama o kareyi o kadar net hatırlıyorum ki!

Akşam vakti, babamın kapıdan içeri girişini. Koridorda duruşunu. O cırt yeşil, küçük çam ağacını elinde tutuşunu. Dünyaların benim oluşunu!.. 

Babamdan çam ağacı almasını ben mi istemiştim yoksa o mu süpriz yapıp getirmişti pek hatırlayamıyorum. Zaten bunun bir önemi de yok. Önemli olan benim o anki inanılmaz coşkumdu. O zamanlar bu kadar çok yılbaşı süsü yoktu piyasada. Ben de evde elime ne geçirdiysem asmıştım minik ağacıma. Tepesinde ipli süsleri olan kalemlerim de dahil... 

İşte o minik ve cırt yeşil çam ağacı hayatımda yepyeni bir dönem açtı. O günden sonra aralık aylarının benim için anlamı değişti. Senenin son ayı benim için coşkulu ve sıcacık bir zaman tüneline dönüştü. Zihnim renk renk ışıklarla, kalbim her tür umudun kokularıyla doldu.

Yılbaşına hazırlanmak kadar keyifli bir şey daha yoktu benim için.  Mesela ortaokulda iken yılbaşı hediyelerimi almak için, kendi hazırladığım ve üstünde kiliseye yardım yazan kutum ile anneme, babama ve hatta eve gelen (yakın)  misafirlere yapışırdım. Onların kutuma attığı paralar ile de yine gidip onlara hediye alırdım. Ne rezilmişim.:) 





























Seneler geçtikçe ve o minik ağacı süsleyen küçük kız  büyüdükçe evin ağaçları da büyüdü, süsleri çeşitlendi. Bir genç kız olarak o süsleri asarken bana mutlaka müzik eşlik ederdi. Bazen bir bardak bira ya da sıcacık kahve.  Ama illa ki hayaller!.. Senesine göre değişen sıcacık ve yeni yılda gerçek olması yürekten dilenen hayaller!


İnsan büyüdükçe ve hayatın her yüzü ile karşılaştıkça masalsı dünyalardan uzaklaşıyor. Bir günde insanın hayatı mı değişecek düşüncesi hakim oluyor, yeni yıl denince. Ağaç süslemek ve her türlü yılbaşı cıvıltısını yaşamak küçük kardeşlere ve çocuklara devrediliyor genelde.

Ama bu bende asla olmayacak!

Ben her türlü coşkusu ve ışıltısı ile yüreğimde ve evimde yılbaşı atmosferini yaratmaya devam edeceğim. 
Ağacımı kocaman umutlarla süsledikten sonra evi karartacağım ve 1-2-3 diyerek ışıklarını yakacağım!
Karşısına geçip sıcak çikolata içeceğim. Sevgilime sarılıp, oğlumla halıda tepişeceğim. 

1940'lara, 50'lere ait upuzuuun noel şarkıları listemi aralık ayı boyunca döndüre döndüre dinleyeceğim!..  Ve o müziklerle duygulanacağım ve kocaman kocaman gülümseyeceğim...
Mumlar yakacağım. Kurabiyeler pişirip evi mis gibi kokutacağım!  
Son zamanlarda yapamadım ama bundan sonraki yılbaşı dönemlerinde bol bol geyikli kazaklar giyeceğim!

Yılbaşı temalı filmler izleyip keyifleneceğim.
Yılbaşı kartları alıp evin her yanına koyacağım, çorapları kitaplığıma asacağım! 
Kar kürelerini sallayıp, içinde uçuşan bembeyaz parçacıklara dalıp  çocukluğuma, genç kızlığıma, bugünüme ve yarınıma gideceğim. Kar kürelerini hep seveceğim!

Çam ağaçlarının bile artık metalik olduğu şu dönemde, inadına en gelenekselinden yılbaşı renklerine boyayacağım dünyamı! 

Bunların hepsini yapmaya devam edeceğim, çünkü 7-8 yaşındaki minik kız ile aramda bu denli ortak hisler olması çok hoşuma gidiyor. O coşkuyu koruyabilmek, hayata ve olgunluğa kaptırmamak beni mutlu ediyor.

Her yaş ve dönem kendi güzellikleri ve mutlulukları ile geliyor tabii. Ama çocukken yaptığımız kaç tane şeyi bu yaşımızda da aynı coşku ve mutluluk  ile yapabiliyoruz ki?

Bir sayın bakalım, kaç tane bulabileceksiniz.

Siz saymaya çalışırken ben de limonlu yeşil çay eşliğinde Joy to the World dinliyor olacağım...:)




25 Aralık 2011 Pazar

Pazar gibi pazar yaşamak!

İşlerimi evden yürütüyorum. Bu nedenle benim pazar günüm yok. Yeri geldiğinde bana her gün pazar, bazı zamanlarda ise her gün pazartesi! Kısacası, cumartesi ve pazar günleri ofis çalışanları gündüz sokakları istila edip, gece de trafiği felç ederken ben genelde evimde çalışıyor oluyorum. Onlar ofiste saat sayarken ise ben tenha sokakların tadını çıkarabiliyorum. Hal böyle olunca da haftasonu keyfi, pazar miskinliği ya da pazar kahvaltısı gibi haller bana uzak. 
Tı! 
Bugün - ne tesadüftür ki senenin son pazarına denk geldi- sonunda diğer insanlarla aynı ruh halini ve muhtemelen aynı yayılma pozisyonlarını yaşadım! Ama dediğim gibi tamamen tesadüf eseri!

Bugün bomba gibi çalışacaktım. Hayalim bu idi. Sabah sekizde kalkıp kendimi dışarı attım, günlük yürüyüşümü yaptım. Her sabah düzenli yürüyen ablalar kocalarına pazar kahvaltısı hazırlamakla meşguldüler herhalde ki bir tanesi bile yoktu piyasada. Bir koşan abi, bir de ben. Ve sonradan dökülen birkaç kişi daha. 

Normalde hayalet gibi çıkarım yürüyüşe, turları döndükçe açılırım ve eve gelince zımba gibi olurum.
Bugün ise aksine, olduğum yere zımbalanmış gibiydim. Yürüyüş bitti, kendime gelemedim. Oğlumu çıkarıp gezdirdim ama ı-ıh. Çalışma isteği ve gücü gelmiyor bir türlü!.. 

Birkaç gündür de çok koşturdum ve yoruldum, adam gibi dinlenemedim de. Beden alarm çanlarını çalıyor!.. 

Amaan dedim sonunda, boşver off gün olsun bu. Dinlen iyice. 
Ve ondan sonra ooof of, bir rahatladım ki sorma gitsin! 
























Hani filmlerde aşık çiftler bozuşup ayrılırlar bir süre ve o süreçte eski günlerini düşünürler, biz de bunu kare kare  izleriz ya.. Ben de aynen o tatta kareler yaşattım kendime, yavaş çekim keyfiyle...!

Kahvaltıyı diğerlerinin pazar kahvaltısı gibi uzun uzun yapmadım çünkü bu benim için zaten sıradışı olmayacaktı. Ayak üstü atıştırdım ve sonra elimde sıcacık kahve ile hooop tekrar yatağa!... 

Kahvenin yanında yiyebileceğim tek bir adet muffinciğim vardı ve oğlum da dilenmek ve taciz etmek için ve hatta bir anlık boşluğumu yakalarsa çalabilmek için hemen dibimde bitti! Ben alelacele yedim muffinimi, oğlum da umudu kesince serilip yattı yanıma.

Netbookumu kucağıma koydum ve yumuşacık yorganın altında sıcacık kahvemi içerken internette gezinmenin, bir şeyler okumanın tatlı mislinliğini yaşadım. 

Sonra maymun gibi bir iştahla kitaba saldırdım. Onu da büyük bir keyifle okuyordum ki...Uyumuşum! En son ne zaman gündüz vakti yatakta kitap okurken uyuyakaldığımı hiç hatırlamıyorum. Dünyanın en tatlı uykularından biri olsa gerek! 

Sonra uyanmak ve o gün canım ne isterse onu yapabileceğimi kendine tekrarlayıp, yataktan çıkmamaya karar vermek... Gerinmek, yüzümü yastığa gömmek, tekrar gerinmek, gevşemek...

Yataktan çıktığımda ise mutfağa dalıp 3,5 çeşit yemeği - sofraya yetiştirme telaşı olmadan- sadece keyfim için yayıla yayıla yapmak, mutfağın içinde kelebek gibi uçuşmak! (Yemek yapmaya bayıldığım için rahat zamanda yemek yapmak benim için keyif sayılıyor.)

Ardından kanepeye kurulmak,üstüme battaniyeyi çekmek... Oğlumu kanepeden kovmak, sevgilimi ayaklarımla tepmek ve iyice yayılmak! Birlikte, yeni gelecek filmlerin fragmanlarına göz atmak.. 

Çok sevdiğim ama ne zamandır okumadığım birkaç blogu okumak rahat rahat...
Oğlumun akşam gezdirmesini sevgilime havale ettikten sonra kanepeyle iyice tek vücut olmak... Işıl ışıl yanan yılbaşı ağacımı seyrederek gömülmek de gömülmek ve çay içmek.

Bunları hiç mi yapmıyorum? 

Tabii ki yapıyorum ama home-ofiste çalışanlar çok iyi bilirler; iş ve ev iç içe oldu mu, insanın zihninde de bu ikisi iç içe oluyor. Günü dışarıda geçiriyorsan problem yok. Ama evdeysen, çalışırken kanepe seni çeker, kanepeye uzandın mı da, şu işi de mi yapsaydım dersin. 

O nedenle bugün benim yaptığımı yapmak lazımmış. Bugün tatil günü kardeşim! Yayıl. 

Bir de bugün pazar ya, sanırım havaya diğer miskinlerin keyfinin ve tembelliğinin enerjisi sinmiş! Ben de bugünü tatil ilan ettim ya, o tatlı enerji hemen gelip beni de esir etti. 

İyiki de etti!

Bütüüün gün yayıldım. Pelte gibi oldum.

Kanepemin şeklini aldım. Gönül ister ki hep o şekilde kalayım. Olamıyor tabii...

Ama en azından senenin son pazarını ben de pazar gibi yaşadım!



20 Aralık 2011 Salı

Benim Küçük Şefim: Remy



















Animasyon filmlerin sadece çocuklar için olduğunu düşünenlerdenseniz bu sayfayı terk edebilirsiniz. Ama ben kalmanızı öneririm, zira fikriniz değişebilir. 

Yok ben 90 yaşıma da gelsem zevkle animasyon  izlerim diyenlerdenseniz 2007'de vizyona girmiş olan bu filmi zaten büyük ihtimalle izlemişsinizdir. Ama görmediyseniz de ilk fırsatta izleyin derim!...

Hayvanları severim. Yemek yapmayı severim. Animasyonları severim. Paris'i severim. Bunların hepsini birleştiren bir filme ise taparım!

Ratatouille. Her filmlerine  ayrı ayrı deli olduğum Pixar'dan nefis bir hazine.


















Konusu özetle şöyle: Baş kahramanımız Remy adında şirin mi şirin bir fare. Çok kalabalık sülalesiyle Paris'in kanalizasyonlarında yaşıyor. Ancak, topladıkları çöplerle ve her tür iğrenç artıklarla karnını doyuran ailesinin aksine Remy çöp yemeyi şiddetle reddediyor. Çünkü onun inanılmaz gelişmiş bir damak zevki ve "güzel yiyeceklere" karşı ciddi bir zaafı var. Ve bir gün Remy'nin yolu kazara Paris'in en ünlü restoranının mutfağına düşüyor. Burada kimseye çaktırmadan yaptığı çorba ile aslında yemek yapma konusunda da nasıl yetenekli olduğunu fark ediyor. Ama çok geçmeden mutfakta yakalanıyor! Sonrasında ise kendisini öldürmekle görevlendirilen, mekanın çaylak bulaşıkçısı Linguini ile aralarında mecburiyetten doğan bir ortaklık başlıyor. 


Ve olaylar gelişiyor. Hem de nasıl keyifli gelişiyor!


























Pixar ile ilgili detaya girmeyeceğim bu yazıda, ama şu kadarını söyleyeyim; adamlar bir tuğlayı bile minik bir kedi yavrusu kadar sevimli gösterebilirler! Kahkahalarla gülerken, filmin olmadık bir yerinde kendinizi ağlarken bulabilirsiniz. "Ruhu var" denir ya hani, işte bence bu tanımlama Pixar filmleri için biçilmiş kaftan. 




























Ben eminim, fareden korkan ya da tiksinen insanlar bile Remy sayesinde düşüncelerini değiştirebilirler. Bu şirin fareyi ve hatta onun koccaman lağım sülalesini bile çok sevebilirler! Bu film işte böyle bir etki yapıyor.

Sahnelerdeki Paris dokusu ve insanın burnuna gelir gibi olan mis gibi yemek kokusu ise bambaşka bir sıcaklık veriyor filme.

Ve inanır mısınız, o minik fare yemeklere o sebzeleri atarken, çorbalara baharatları kendine has el hareketleriyle serperken, iştahınız açılıyor! İçinizde gizli kalmış şef sizi dürtüyor ve mutfağa girip güzel ve özel yemekler yapasınız geliyor!.. Sadece bu bile filmin ne kadar başarılı olduğunun ve insanın içine işlediğinin kanıtıdır bence.




























Tekrar, tekrar ve tekrar, yüzlerce kez izleyebilirim Ratatouille'yi. Her izleyişimde yeni bir detay keşfedip mutlu olabilirim üstelik.
Eğer hiç izlemediyseniz kendinize bir güzellik hediye edin ve yanınıza güzel yiyeceklerinizi de alıp kurulun kanepeye ve keyfini çıkarın. Pişman olmayacaksınız.

Küçük şefime benden selam söylemeyi de unutmayın!















13 Aralık 2011 Salı

Köpek Olabilmek


Köpek olmak, daha doğrusu bir köpek olarak dünyaya gelmek kolaydır. Bir dişi ve bir erkek köpek sokakta karşılaşır ve koklaşırlar. Anlaşırlarsa - ki dişi müsaitse genelde anlaşırlar - kenetlenip pıt pıt pıt çiftleşirler ve 2 ay sonra o pıt pıtın ürünü olarak yavru köpekler dünyaya geliverir!.. Köpek olmak işte bu kadar kolaydır.

Peki köpek olabilmek kolay mıdır acaba? Siz köpek olabilir misiniz? Buna gücünüz yeter mi? Kalbiniz, ruhunuz, karakteriniz köpek olabilecek kadar yüce mi?

Açıkçası ben kendi adıma tam anlamıyla köpek olabileceğimi düşünmüyorum. Çevremde de %100 bunu başarabilecek bir insan tanımıyorum, çünkü biz insanlar - en iyimiz bile - asla %100 mükemmel değiliz, olamıyoruz. Bir köpeğin seviyesine ulaşabilecek yücelikte bir insanoğlu yoktur dünyamızda, doğamıza aykırı çünkü.

Köpek canlısı dünyaya inanılmaz bir sevebilme kapasitesi ile gelir.  Ve ne tuhaftır ki bu sevgisinden en büyük payı da insan canlısına verir. Bir insanın diğer insanı sevemeyeceği kadar çok ve derinden sever bir köpek bir insanı. Ve beni hala çok şaşırtan şey ise; bu sevginin büyüklüğü ve hiç bitmiyor, azalmıyor oluşu. Bir köpek bir insanı sevmekten hiç bıkmaz. Neden diye soruyorum kendi kendime bazen. Neden? 

Neden sevmekten vazgeçmiyorsunuz bizi? 

İnsanlar köpek kelimesini hakaret olarak kullanır.. Birbirlerine aşağılık köpek, adi köpek, itoğlu diye küfrederler. Ama insanlar onları bu kadar iki paralık görse de, köpek insanı sevmeye devam eder. Hangi insan kendini bu kadar aşağılayan, kendine küfreden başka bir insanı sevmeye devam edebilir ki?

İnsanlar köpekleri kullanır, çalıştırır. Önlerine ölmeyecekleri kadar kuru ekmek atarak. Güneşin ya da karın, soğuğun altında kısacık bir ipe bağlayarak. Köpek yaşlanıp çalışamaz hale gelince ya da hastalanınca da ya öldürürler ya da basarlar tekmeyi, atarlar sokağa. Köpek insan canlısını yine de sever. Bu yemek niye az demez, niye beni bu kadar yoruyorsun demez. Atılınca, neden bana bunu yaptın diye sormaz.  Hangi insan - böyle şartlar altında çalışmayı kabul etse bile - patronun gözünün içine sevgi ve sadakatle bakmaya devam edebilir? 

Anneler çocuklarını köpeklerden kaçırırlar. İğrenirler, cıss dokunma, pis, mikrop, ısırır derler. Oysa bir köpek bir çocukla oynamak, onunla arkadaş olmak için can atar. Bir köpek bir çocukla dost oldu mu, o çocuğun dünyası artık bambaşka bir yere dönüşür. O andan itibaren o çocuk iyi bir insan olmaya ve gerçekten gelişmeye başlar. Bir köpek arkadaşa sahip olabilmek aslında bir çocuk için çok büyük şanstır. Bir çok kişi bu şansı kaçırır. İnsan canlısı kendisinden tiksinse de, köpek onu tüm kalbiyle sevmeye devam eder. 
O anne sıfatıyla gezen kadınlar ise geleceğin sevgisiz, ruhsuz ve büyük ihtimalle de karaktersiz bireylerini büyütmeye devam ederler.

Bazen de yaz tatili hediyesi olur köpekler. Aile çocuğa oynasın diye alır yazın. Köpek oyuncak olduğunun farkında değildir tabii, ailem oldu, yuvam oldu diye sevinir, yazık. Çok mutlu olur. O kadar mutlu olur ki, bunu o pırıl pırıl bakan gözlerinden okuyabilirsiniz. Hayatta en çok istediği şeye sahip olmuştur çünkü. Evin çocuğuyla dost olurlar, kardeş olurlar. Sonra sonbahar gelir ve köpek kendini sokakta bulur. 

Bir anda!...Bir başına. Aç. Ailesiz, yuvasız. 
Soramaz niye beni terk ettin diye. Ama çok üzülür, çok!... Travma yaşar.Yine de insanlara güvenmeye devam eder. 

Sebepsiz ve açıklamasız terk edilen hangi insan yeniden güvenmeyi başarabilir? Ve dostunu bir anda kaybeden çocuk.. Hayatının her döneminde, kendisi farkında olmasa bile, hep bir kaybetme korkusu içinde yaşayacaktır. 

İnsan canlısı bir köpeği öldürmekte hiç sakınca görmez, umurunda bile olmadan alabilir bir köpeğin canını, sanki o canı kendi vermişcesine rahat... Ama bir köpek, dost olduğu insanı koruyabilmek için yeri geldiğinde kendi köpek arkadaşlarını bile kovalayabilir, hatta onlarla kavga edebilir. Çünkü o, insan denen canlıyı, kendini tehlikelere atabilecek kadar, hatta belki canını verebilecek kadar sever. 

İnsanoğlu köpeklere işkence eder.

Bir köpeğin en iyi bildiği şey insanları sevmektir. Ve insan denen canlı kendisini bu kadar seven bir canlıya gönül rahatlığıyla işkence edebilir. Döver, dövüştürür, sokağa atar, tecavüz eder, sopayla vurur, arabayla ezer. Kaynar su döker. Gözlerini oyar. 
Ama o köpek var ya o köpek! Kalan tek gözüyle bile sevgiyle bakar insanoğluna!

Ama gel gör ki ben artık rahatça bakamıyorum onların gözlerinin içine. Onlara bunca kötülüğü yapabilen insan ırkına dahil olduğum için feci utanıyorum. Onların gözünde insan olmaktan gerçekten utanç duyuyorum. Ve onlar tüm bu kötülüklere rağmen bizden vazgeçmedikleri için fena halde eziliyorum. Suçlu hissediyorum. 
Sonra şunu düşünüyorum: İnsan olan bizsek, o diğerleri başka bir tür olmalı. Bir tür çürümüş grup.. Hatalı üretilmiş bir seri. Defolu insan soyu.

Ha ama eğer onlar insan ise, işte o zaman vay halimize! İnsan olmak bir erdem değil, bir hakaret sayılır o zaman, haksız mıyım? 

Keşke köpek olsaymışım o zaman!... 

Kötü muamele görürdüm belki ama en azından ırkımdan utanmazdım. 

Aksine başım dik, sevgi vererek yaşar, gurur içinde ölürdüm.

Ama malesef köpek değilim. Köpek olabilecek kadar yüce de değilim. 

Sadece onları çok ama çok seven bir insan canlısıyım. 
Ve onlardan diğerleri adına çok özür diliyorum. Gerçekten çok üzgünüm.



Fotoğraf: Laura Morariu  http://www.sxc.hu/photo/1123262
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...