Sayfalar

29 Kasım 2012 Perşembe

Yollardan Geçerken



Beş aylık bir dönem bitti. Ben hayatımda hiç İstanbul'dan başka bir yerde bu kadar uzun yaşamamıştım. Ve şimdi anlıyorum ki insanın kaldıkça kalası geliyormuş. Gitmedikçe gitmesi zorlaşıyormuş. Bu nedenle dönüş tarihimizi netleştirmemiz çok uzun sürdü. İlla ki Tüyap sanat ve kitap fuarından önce dönecektik ama tam tarih belli değildi. Ha o gün, ha bugün dedik. Ekim sonu oldu, kasım başı. Kasım başı oldu kasım sonu.

Ve o gün geldi. Bodrum dönemi kapandı. Sonbaharımızı, denizimizi, mis kokularımızı,  sevdiklerimizi geride bıraktık.
Siz bunu okurken biz evimizde olacağız.
Ama şu anda yoldayız. 
Kucağımda bilgisayar, ekranı güneşten parlarken,  en sevdiğimiz müzikler çalarken şehirden şehire, kasabadan kasabaya geçiyoruz. 
Sevgilim, dikkat et bilgisayarın şarjını bitirme, yolda lazım bize diyor. Sonra, klavyeye bisküvi dökme diye ekliyor. Peki diyorum, gülüyorum, onun ağzına da bir kremalı bisküvi atıyorum.
Mısır Bodrum'dan çıkana kadar yol kenarlarında gördüğü her köpeğe, tipini beğenmediği her insana - sanki onlar onu umursuyormuş gibi - havlayıp tek kelimeyle öfke nöbetlerine girince o kadar yorgun düşüyor ki yol boyunca genelde bolca uyuyor. Azıcık (hadi dürüst olayım, koltuğu batıracak kadar bolca) kusuyor.

Seraları, köy kahvelerini, dereleri, çayları, bazen çok kuru ve yavan bazense şirin mi şirin köyleri geçiyoruz.
Yine devasa rüzgar türbinlerine geliyoruz. Korkuyorum ben onlardan. Tam yanlarından geçerken o kadar kocaman kocaman dönüyorlar ki içime ürküntü basıyor.
Ama çok geçmeden öyle güzel ağaçlarla çevriliyor ki etrafımız, cennette miyim diyorum yine. Sarı, turuncu, kırmızı, bakır, kahve, muhteşem sonbahar yapraklarıyla bezenmiş ağaçlar dağları süslemiş, onların arasından geçiyoruz büyülü bir geçit gibi. Daha önce bu mevsimde hiç geçmediğim için ağaçların bu hallerini ilk defa görüyorum. Yine hayran oluyorum doğaya. Doğanın olduğu gibi kaldığı, insanlarca baltalanmadığı her yer cennet. Müthiş bir tablo ya da film sahnesi gördüğümüzde çok etkileniyoruz, alkış tutuyoruz ama gerçeği dışarıda işte. Ücretsiz. Tüm doğallığı ve ihtişamıyla orada duruyor. Yeter ki insan eli değmesin.
Bu huzurlu doğa yolundan geçerken müziklerimiz birden hızlanıyor. Karmakarışık çalma listemizden önce Pinhani'nin Hele Bir Gel'i, sonra da Chantel'in Disco Boy'u ile bir anda coşuyoruz, alkış tutuyoruz, ben yerimde duramıyorum.

Sonra yakıt alma zamanı geliyor. Bizim yakıtımız kahve. Starbucks Susurluk'ta termosumuzu dolduruyoruz. Benim elimde ise karton bardak. Diğer elimde itiş kakışın içinde fotoğraf çekmeye çalıştığım kamera. (Koskoca yolda adam gibi hiçbir şey çekemiyorum ama.) Sevgilim biliyor benim asrın sakarı olduğumu. Elinde kahve varken kamerayı kaldır istersen. Çok sakat. diyor. Daralıyorum. Aleti kahveden korumaya çalışırken karton bardak üç kez bacağımı yakıyor, bilgisayarımı da düşürüyorum. Zaten tam benden beklenecek haller, şaşılacak hiçbir şey yok. Şaşırmıyoruz da zaten. Kahveyi döktüğümde bile şaşırmıyoruz.

Yol şeritleri geriye doğru akıp akıp  geçiyor. Kendimi bildim bileli o kadar duygulandırır  k i bu şeritler beni. Onlar hızla akarken  geride bıraktıklarımdan uzaklaşmanın hüznü derinleşir ve  aynı zamanda kavuşacaklarımın sevinci de yoğunlaşır, içim coşar. Yanağımı cama yapıştırıp asfalta bakarken o şeritler benim bütün duygularımın tercümanı olur.
Şimdi şeritler beni kışlık yuvama, aileme, aylardır görmediğim arkadaşalrıma götürüyor. Canlılığa, koşturmacaya, boğaza, Taksim'e, Ortaköy'e... Bodrum'da varlığını unuttuğumuz otobüslere, karmaşaya, çay ve simite, apartmana, kışa, yeni yıl hazırlıklarıma, çam ağacıma... Battaniye altında izlenecek filmlere, sıcak çikolataya, penceremin önündeki ağaca... 
Bu şeritler beni İstanbul'uma götürüyor. Yepyeni, gerçekten bambaşka bir döneme. 


Ege boyunca güneşli ve ılık olan hava Balıkesir civarında bolca bulutlanıyor ve Susurluk'ta indiğimizde ise buz gibi hava tokat gibi çarpıyor.  Titreme hallerine giriyoruz üstümüzde iki zibidi kazakla. İşte o zaman diyorum ki, şehir yaklaşıyor kızım.

Şu anda - tam şuanda - feribottayız. 
Yolculuğun sonu bir nevi. Yenikapı'da ineceğiz çünkü.
Sonra İstanbul şehir içi trafiğine karışacağız ev yolunda. İşte o zaman yine korkacağım. Bu da son senelerde yaşadığım bir şey. Aylarca Bodrum'un trafiksiz, bomboş yollarına alışıp da şehrin trafiğine bir anda dalıverince resmen "köyden indim şehire" moduna giriyorum, arabaların kalabalığı üstüme üstüme geliyor, ışıkları gözlerimi alıyor ve eve gidene kadar trafikte diken üstünde oturuyorum. İçimden de Yuh ayı, ne biçim kullanıyorsunuz arabayı, deli misiniz, trafik canavarı mısınız nesiniz? Nereye yetişiyorsunuz? Nedir bu telaşınız kardeşim? Ah şu İstanbullular!... Hep acele hep acele! diye düşünüyorum.

Biliyorum ki yine böyle olacak.
Eve gideceğim. Biraz şaşkınlık yaşayacağım.
Ama çok sürmeyecek.
Çok kısa zamanda yine İstanbullu olacağım.
.............

(Not: Bu yazı, yazıldıktan beş gün sonra yayınlanmıştır.)

Fotoğraflar: Gökkuşağı Dosyası

23 Kasım 2012 Cuma

Bodrum'da Sonbahar - 2 -





























Bir önceki yazımda Bodrum sonbaharının güzelliklerini ve beni mest eden hallerini yazmıştım. Evet Bodrum'da sonbahar geçirmek şiir gibi. Ama eksileri yok mu, en azından beni zorlayan durumlar olmadı mı? Elbette oldu.
Şöyle ki;

Bodrum'da sonbahar demek hep güneşli ve açık hava ya da  hep yağmurlu ve kapalı hava demek değil tabii. Gerçi her yerde sonbaharlar dengesizdir. Ama mesela İstanbul'daysanız sonbahar geldiyse artık ona göre giyinirsiniz değil mi? Güneşe aldanıp ince giyinip çıkmak da adettendir tabii ama ben burada bunun farklı hallerini yaşadım uzun süre boyunca.

Eylül ayı sonunda, hava akşamları serinlemeye başladığında bir süre inatla üzerime hırka almayı unuttum. Güneşli havada gündüz lay lay lom şeklide aklım bir karış havada çıkıp, geceleri eve titreyerek, hadi aşkım hadi dondum dondum bırrr diye koşturduğum günler bir değil, iki değil, üç değil.

Sonra bir nebze akıllandım. Havanın serin olacağını hissettiğim zamanlarda hırkamı yanıma alır oldum. Fakat eve dönerkenki üşüme ve titreme tablosu değişmedi. Neden mi? Çünkü hava soğuk, bendeniz şaşkınının üstünde de -tedbirliyim ya artık-  kalın hırka ama-fakat-lakin ayaklarda parmak arası terlikler! Cıbıl cıbıl. Altı kaval, üstü şişhane. Altımla üstümü senkronize etmem de baya bir zamanımı aldı. Bu eşleşmeye de alıştım bir süre sonra. Altta kot pantolon, spor ayakkabı ve üstte hırkayı üniforma yaptım. Ama bu sefer de hava benimle sürekli oyun oynadı. Ne zaman lahana gibi giyinsem güneş açtı, hava ısındı, azıcık inceltsem üstümdekileri yağmur bastırdı.

Bir de tedbirsiz gelmişim ki akıllara ziyan! Bir kot, iki hırka, iki tek çorap atmışım bavula. Belki koşarım diye spor ayakkabı almıştım burada, onlar olmasa bir tane kapalı pabucum olmayacakmış, onu bile akıl edememişim. Oğlanın montunu da getirmeyi unutmuşuz, geçen gün yağmurda sıçana dönüvermiş yavrucak, öyle aklımıza geldi unuttuğumuz!

Yağmur demişken... Burada bazen yağmur bir bastırıyor, şaldır şaldır, ne olduğumuzu şaşırıyoruz. Aman balkonda çamaşır var mı, aman masayı içeri çekelim diye bir telaştır gidiyor. Bunun yanı sıra benim eyvah kedilerin mamaları ıslanıp şişti mi, yavrucaklar korunaklı bir yere sığınabildiler mi, ayy yıldırım düştü, ödleri koptu mu gibi evham ve telaşlarım da cabası. Zaten yazlıkçılar dönünce bir çok yavrucak aç kalmış, hepsi bizim siteye doluştular, hangisine yetişeceğimizi şaşırdık, bir de böyle sağanak indiriverince iyice elim ayağıma karıştı ilk başlarda.

Yağmurun benim üzerimdeki diğer etkisine gelince; yağış başladığında benim yürüyüş  ritmim bozuluyor! Beş metrelik mesafeyi yarım saatte katediyorum. Neden mi? Yağmur yağıyor ve pek sevgili sümüklü böcekler hiç vakit kaybetmeden piyasaya çıkıyorlar!.. Hem de bir değil, iki değil, onlarca! Yanlışlıkla bir tanesine bassam psikolojim öyle allak bullak oluyor ki, yağmurlu günlerde gözlerimi yerden asla ayırmadan yürüyorum. Basmadan geçmek mi? I-ıh. Benim için yeterli değil. Çok aşırı kuytuda olmadıkları sürece her birini tek tek kaldırıp - yüzleri hangi yöne dönükse o tarafa doğru- karşıdan karşıya geçiriyorum. Eğer Mısır yanımdaysa pek zor oluyor bu işlem, bir sağa çektiriyor, bir sola. Eğer yanımdaki sevgilimse direkt basıp gidiyor zaten. Basıp gitmek dediysem, çekip gitmek yani. Yoksa o da çok dikkatli üstüne basmama konusunda. Ama yerlere kapaklanmış böcek toplayan bir Eylül'ü dakikalarca bekleyecek kadar da sabırlı değil tabii adam, ne yapsın.:) İşte bu nedenle yeşilliğe ve toprağa yakın yerlerde benim yağmur altında romantik yürüyüş yapmam mümkün değil. Kafa hep aşağıda, gözler fıldır fıldır. Ama o korkunç sesi duymamak için her şeye değer. Bodrum'daki yağmur evimde, balkonumda güzel. Ya da sümüklü böcek çıkmayan yerlerde!





























Bodrum sonbaharının ve yağmurun bir başka zorluğu ise, sağanak yağış ile bizim evin elektrik tesisatının yıldızlarının barışmamış olması. Ne zaman şaldır şaldır yağmur yağsa, sağolsun sular bir yolunu bulup yukarıdaki terastan bizim evin tesisatına sızıveriyor. Paaat sigortaları attırıyor. Ve bu son günlerde sıkça tekrarlanıyor. Sırf bu nedenle bir makine çamaşırı iki günde yıkadığımız oldu. Ama şikayetçi miyiz, değiliz. Seneye tüm tesisat değişecek diyoruz, evimizi seviyoruz, dikenine de katlanıyoruz.

Hava bizimle oynuyor, biz de ona ayak uydurmaya çalışıyoruz. Evin bir köşesinde klimayı sıcak ayarında çalıştırıp odayı hamama çevirirken, diğer köşesinde camları açıp mis gibi serin havayı içeri buyur ediyoruz. Üşüyüp titreyerek üstümüze çektiğimiz kalın battaniyeyi, bir kaç saat sonra bunalıp, aman allah bu ne yaa diye tepip atabiliyoruz.

Bir üşüyoruz. Bir pişiyoruz.

Bazen ıslanıp, arkasından kuruyoruz. Çat pat giden elektriklerimizle, açan güneşimiz, düşen yıldırımlarımızla, kapımızdaki kedilerimiz ve evimizdeki şaşkın köpeğimizle Bodrum'da sonbaharı ve buradaki son günlerimizi yaşıyoruz...
Tekrar Bodrum'u özlemek ve beklemek üzere İstanbul'a döneceğiz ve şimdi bunun heyecanını yaşıyoruz.



Fotoğraflar: Eylül Ganiz - Gökhan Çoğal
(Fotoğraflarımız ile bu yazının konusu biraz alakasız oldu ama neyse artık..:)












22 Kasım 2012 Perşembe

Bodrum'da Sonbahar - 1 -



























Aylardan kasım. Kasımın sonu hatta. Ve biz hala Bodrum'dayız! Bu sene buraya adeta kazık çaktık, kalmalara doyamadık. Çok da iyi yaptık çünkü son haftalarda Bodrum'un önceden hiç yaşamadığım bir dönemini yaşıyor ve hiç görmediğim bir yüzünü görüyorum ve bu gördüklerim beni gerçekten başka bir boyuta taşıyor sanki.

Öncelikle şunu söylemeliyim, sonbahar Bodrum'a çok yakışıyor. Ve ardından da hemen şunu eklemeliyim: Bodrum'un sonbaharının eylül ayında yaşandığını sanıyorsanız kesinlikle yanılıyorsunuz! Bodrum'un en gerçek ve en tatlı sonbaharı ekim ve kasım aylarında yaşanıyormuş.
Katıksız huzur, dinginlik ve temizlik hissi. 























Tatillerinin her gününü değerlendirmek adına telaş içinde bir oraya bir buraya koşturan çoluklu çocuklu aileler, o bar senin bu bar benim alemlere akan gençler, asla bronzlaşamayan pespembe İngiliz turistler şehirlerine, ülkelerine döndüler. Bu kitlenin gitmesinden sonra "ohh" çeken, genelde en sona kalan çocuksuz, emekli yaşlı yazlıkçı çiftler bile  gittiler. 

Barlar kapandı. Dükkanların çoğu kapandı. Her sabah 11'de ve akşam 6'da  "lorke lorke" diye evimizin önünden cümbüş halinde sıra sıra geçen tur tekneleri sezonu kapattılar. Ve yine günde onlarcasını seyrettiğimiz, seyrine doyamadığımız çeşit çeşit ve boy boy özel tekneler seyreldiler , adeta yok gibiler, yerlerini  uzaklardan geçen tankerlere, gırgırlara  ve sesleri bana en güzel şarkıdan da güzel gelen takataka balıkçı teknelerine bıraktılar.

Gürültülü müzikler, sokaklara taşan fasıllar, çıstak çıstaklar sustu. Sadece sıradan günlük hayatın ve dalgaların sesi kaldı. 

Bütün şezlonglar, şemsiyeler depolarına kalktılar, upuzun kumsallar artık sadece kumdan ibaret.  Evimizin önündeki iskelenin tahtaları söküldü, zavallımın kupkuru iskeleti kaldı. 






























Yollar boşaldı. Öyle ki bazen bir yerden bir yere giderken kilometreler boyunca hiçbir araca rastlayamıyorsun. İlginç bir yalnızlık, güzel bir bütün buralar bana kaldı hissi. Ve artık plakaların neredeyse hepsi 48.  34'ler, 06'lar kendi keşmekeş trafiklerine döndüler. Uğurlar olsun.

Deniz ve hava ekim ayında müthişti, durgun, ılık, limonata gibi derler ya işte aynen öyleydi... Ekim ayı başlı başına muhteşemdi zaten. Duru, dingin ve berraktı, tertemiz kokusuyla gerçek bir sarı yazdı. Deniz tatili yapayım ama ortalık sakin olsun, bir başıma olayım diyenlerin eylül ayı yerine bence kesinlikle ekim ayında gelmeleri gerekir. Asla pişman olmazlar.




























Kasım ise - her ne kadar başlarında denize girdiysek de - daha hoyrat ve dengesiz geldi. Yağmurlarıyla, fırtınalarıyla, şimşek ve yıldırımlarıyla,  bir açan, bir kapayan, bir ısıtan, bir üşüten, insanı şaşkına çeviren havasıyla geldi. Ve gerçekten hoş geldi!... Çünkü kasım ayı boyunca gökyüzü, bulutlar, deniz ve güneş günün değişik saatlerinde öyle inanılmaz, öyle büyülü görüntüler sergilediler ki çoğu zaman kendimi başka bir dünyada, boyutta ya da bir filmin ya da tablonun içindeymişim gibi hissettim.






Her zaman çok sevdiğim doğanın ne kadar muhteşem ve tarifsiz bir güzellik olduğunu, ne kadar büyük olduğunu her gün yeniden ve yeniden keşfettim.
Hatta her saat ve her dakika. Çünkü tam şu anda gördüğün o harika manzaranın bir eşi yok, beş dakika sonra o görüntü yok olacak ve yerine yine bir eşi olmayan bambaşka bir güzellik gelecek. Bu öyle bir şey ki, gözünü ayırmak istemiyorsun. Fotoğraf makineni almak için salona gidiyorsun, açıp ayarlıyorsun, aaa bir bakıyorsun kaybolmuş o manzara! Giden gitti, bir daha ömrün boyunca tıpatıp aynısını göremeyeceksin. Öylesine şiir gibi görüntüler oluşuyor ki, öylesine uçuk hava hallerine şahit oluyorsun ki, hayattaki her şeyin anlamı değişiyor kafanda. Kahkahalarla gülmek ve deli gibi ağlamak istiyorsun.
Coşku ve hüzün aynı anda sarıyor insanı burada, bu mevsimde. Sezonda cıvıl cıvıl olan bazı beldelere, sahillere gidip oraların boş halini görmek, oralarda gezmek insana terk edilmiş  film setinde geziyormuş gibi hissettiriyor ve ben bu hisse de bayıldım! Öyle güzel kokular geldi ki burnuma, tertemiz, serin serin... Mest oldum.




























Ben aşık oldum Bodrum'un sonbaharına. Her sene ekimin en başında dönerdik ve aklım da kalmazdı, İstanbul'u özlemiş olurdum. Yine özledim deli  İstanbul'umu ama buraya da doyamadım. Doyamadık.
Zorlukları, eksileri yok mu Bodrum'da sonbahar yaşamanın? Olmaz mı. Ama onlar da bir sonraki yazının konusu olsun. Arkası yarın olsun.
























13 Kasım 2012 Salı

Video | Alma

Bodrum'un sonbaharını içimize çekmekten ve sürekli başka bir şeylerle meşgul olmaktan uzun zamandır yazı yazamadım ama en kısa zamanda hızla dönüş yapacağım.
Bundan önce, yine bir video paylaşmak istiyorum.
Dün gece sevgilim ile kendimize "kısa animasyon filmler gösterimi" yaptık ve bu seyirden cımbızla çekip, burada yayınlamak istediğim film Alma oldu.
Beş dakikalık bu kısa filmin yazarı ve yönetmeni Rodrigo Blaas.
İspanya Animacor - International Animation Festival'de Best Andalusian Short ödülünü, L.A. Shorts Fest'te Best Animation ödülünü almış ve Goya Awards'da ise Goya ödülüne aday gösterilmiş.

Ve işin en keyifli yanı, bu kısa animasyon "büyüklerin" dikkatini çekmiş ve uzun metrajı çekilecekmiş. Şu anda pre-production aşamasında ve 2015 yılında vizyona girecek. Kısasını çok sevdim ve bu yüzden uzunu için de şimdiden heveslendim açıkçası.

Filmde, Alma isimli küçük kız çocuğu bir oyuncakçı dükkanının vitrininde kendisiyle tıpatıp aynı bir oyuncak bebek görüyor. Doğal olarak çok dikkatini çekiyor ve içeri giriyor. Olaylar gelişiyor diyeyim ben yine, siz anlarsınız. :) 

İyi seyirler!





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...