Sayfalar

30 Ocak 2012 Pazartesi

Karlar Kimin için Yağıyor?

























Çocukluğumun kışlarına bayılırdım. 
O sihirli sabahları ise unutmam mümkün değil. Mahmur mahmur yataktan kalkardım. Annemle babam, git bak bakalım dışarıda ne var derlerdi. 
Bazen uyku sersemliğiyle şaşkın şaşkın ama bazen de ne göreceğimi tahmin ederek pencereye koşup, perdeleri açardım. 

Ta taaaam, her yer bembeyaz olmuş!

Bir çocuk için bunun mutluluğu eminim ki hiç bir şeye değişilmez. Ne şekere, ne çikolataya. Çünkü çikolatalar ve şekerler her zaman bakkaldadır. Ama kar, allah baba ve gökyüzü amca ne zaman isterse o zaman yağar ve günü hiç belli olmaz, hep süprizlidir. 

Eminim aynı karı gören tüm çocuklar aynen benim yaşadığım coşkuyu yaşadılar, aynı günlerde, aynı senelerde. Hepimiz annelerimiz tarafından mumya-lahana melezi gibi sarmalandıktan sonra sokaklara attık kendimizi. 




























Karlarda yuvarlandık, birbirimizin suratına, hatta muzurluk olsun diye montlarımızın içine kar topları attık. 

Gece boyu pencereden erimiş midir, yıkılmış mıdır diye merakla ama aynı zamanda kocaman bir gururla seyredeceğimiz kardan adamlar yaptık. 
Sabah kimimiz sağ salim bulduk kardan arkadaşlarımızı, kimimiz ise dağılıp eridiğini görüp, geride kalan havuca bakıp ağladık.

Hiç erimesin, okullar uzuuuun uzun tatil olsun, her gün çıkıp karın içinde tepişelim diye dualar ettik hep beraber. Ama o yağmur var ya o yağmur, her seferinde geldi ve eritip bitirdi sevgili karımızı. Bize de kalbimizde biriktirdiğimiz kar tatili anılarımızla, okul yolu göründü.

Ortaokul, lise ve üniversite yıllarımda da çok sevdim karı. İçinde oynaşmayı da, seyretmeyi de. 
Bazen bir bardak kırmızı şarap, bazen de bir kupa sıcacık kahve eşliğinde yağan karı izlemek ve hayallere dalmak gibi keyifli bir şey var mıydı?

Ama sonra... 

Evet malesef bir ama oluştu sonradan benim için.

Son yıllarda ne yazık ki eskiden aldığım keyfi alamıyorum kar yağdığında. 

Kar yine çok güzel, etrafın karlarla örtülmesi yine mucizevi bir güzellik yaratıyor, evet. O lapa lapa tanelerin tepeden süzülmesi de dünyanın en şahane görüntülerinden biri, kabul ediyorum.

Ama artık büyüdüm, takke düştü ve kel göründü malesef. 
Yetişkinliğimin yağmuru, çocukluğumun karlarını eritti, altından gerçekler çıktı.




























Son senelerde sürekli, o muhteşem bembeyaz örtünün altında gömülü kalan yiyecekleri ve bu yiyeceklere ulaşamayan sokak canlılarını düşünüyordum. 


Sıcacık evimizde, pencereden karı seyretme keyfi var ya, onu kesinlikle yapamıyordum çünkü ben tatlı tatlı ısınırken hangi canlılar dışarıda donmanın eşiğinde diye düşünmekten aklımı kaçıracak gibi oluyordum.

Yediğim her lokma, acaba kaç canlı şu anda dışarıda açlıktan ölmek üzere diye düşünmekten resmen bana zehir zıkkım oluyordu.

Hal böyle olunca kar denen güzel beyaz prenses, benim için ak saçlı zalim bir cadı olup çıktı son yıllarda!...

Hele geçen kış... 

Eski evim 12.kattaydı. Soğuk bir bölgedeydi.Kar fırtına halinde yağdıkça, rüzgar deli gibi ıslık çaldıkça, camlar zangırdadıkça, aşağıdaki kedi hamile kalınca, gerzek insanlar yaptığım kedi evlerini çöpe attıkça, baktım benim psikoloji de zangırdamaya başladı iyice.



























Bir yandan karın zulmettiği yavrucaklara üzülüyordum, bir yandan da çocukluğumun ve gençliğimin en büyük mutluluklarından birinin elimden kayıp gidişine.

Sonunda, bu kışın başında tamam kızım kendine gel dedim. Sen kafayı yersen kimseye, hiç bir canlıya faydan olmaz. Elinden geleni yap, ama kara da sövmeyi bırak artık.

Çünkü ne var biliyor musunuz? 

Kar masum. Onun bir suçu yok. Mevsimi gelmiş, yağıyor, ne yapsın.

Kabahat, EMPATİ yoksunu insan topluluğunda. 

Bu karın aslında bir çok canlı için işkence olabileceğini aklına bile getiremeyen 
zihniyetlerde. Hayatın sadece kendi insan türünden ve sıcacık evlerindeki yaşamlarından ibaret olduğunu düşünenlerde.

Ama öyle değil işte! 

Siz sıcacık evlerinizde yaşarken, dışarıda yaşam savaşı veren masumlar var! Günahsız, minik yavrular, yemek bulamadığı için süt veremeyen anneler var.

Karlar her yeri örttüğü için kuşlar ağzı açık bekleyen miniklerine mama götüremiyorlar.

Aç kaldığı için donan o kadar çok canlı var ki dışarıda.

























Yapılacak şey ise o kadar basit ki!


Önce empati yapmakla ve onların durumunu yüreğinizde hissetmekle başlıyor. 

Çok ama çok aç kaldığınızı, kesinlikle yiyecek bulamadığınızı, bebeklerinizi, 
çocuklarınızı besleyemediğinizi, barınacak yerinizin olmadığını ve üstelik donarcasına üşüdüğünüzü düşünün. Nasıl olurdu? Lütfen düşünün yahu, NASIL OLURDU?

Onların sizden farkı ne? Ya da sizin onlardan üstünlüğünüz ne? Daha mı çok hak ediyorsunuz tok olmayı, ısınmayı?

Önce bunun cevabını verelim ve sonra ne yapabileceğimize bakalım.

Herkesin kendiğine göre yapabileceği son derece basit şeyler var.

Bütün insanlar birleşse ve sadece artan yemeklerini bir köşeye koyma adetini bile edinse sokakta aç hayvan kalmaz inanın!

Kuru ekmeklerinizi ıslatıp bir kenara koysanız kaç kuş doyar biliyor musunuz?

Pet şişelerin diplerini kesip, içine su doldurmak kaç dakikanızı alır?

Siz gece sıcak yatağınızda uyurken, belki de başka bir canlı, sizin koyduğunuz yemek sayesinde rahat bir uyku çekebilecek o gece... Bunu bilmek güzel gelmez mi? Kendinizi çok iyi hissetmez misiniz?

Kesinlikle iyi hissetmelisiniz.

Uzun lafın kısası, ben bu sene karın güzel taraflarını da görmeye çalışıyorum. Ama onu eskisi kadar çok sevebilmeyi de gerçekten isterdim. 

İnsanlar bencilliklerini bir kenara bırakıp duyarlı davranmaya başlasalar ve ben de karın zevkini çocukluğumdaki gibi çıkarabilsem...

Bir sabah sevgilim bak bakalım dışarıda ne var dese ve ben de pencereyi açıp, sevinçle el çırpabilsem.

Dışarıdaki canlılar da tok ve sıcak, ohh ne güzel diyebilsem ve gönlüm rahat, cuup diye kendimi karların içine atıp yuvarlanabilsem.

Ahh, o günler keşke bir an önce gelse!


Fotoğraflar:

29 Ocak 2012 Pazar

Üç Yalan Dünya'dan Sonra


Bir önceki yazımda Yalan Dünya dizisini ne kadar hevesle ve heyecanla beklediğimizi yazmıştım. Sanıyordum ki diziyi izler izlemez hemen yazısını yazacağım. Ama 1. bölümden sonra, 2. bölümü de izleyeyim, sindireyim öyle yazarım dedim. 2. bölüm bitti, bu sefer yoğunluğuma denk geldi. En sonunda iki gün önce 3. bölüm oynadı, tamam artık otur da bir zahmet yaz dedim.




Öncelikle şunu yazmadan edemeyeceğim; o heyecanla beklediğimiz 1. bölüm var ya... 
Az daha yalan oluyordu!!... 

Şöyle ki: Dizinin başlamasına 20 dakika kala kanalı açtım. Daha doğrusu açmak için kumandaya bastım. Ama o da ne? Karanlık. 
Evet, kara ekran. Ve altta şöyle bir yazı: Program bilgisi mevcut değil. 

Af buyur?.. Mevcut mu değil? 

Alttaki kanala, üstteki kanala, sonra bilmem kaç tane kanala daha bastım ama ı-ıh, mevcut değil diyor yahu! 

Bu arada şunu da ekleyeyim, şu anki evimize yeni taşınmıştık, dijital yayınımızı ise daha bu tarafa transfer edememiştik ve nereden geldiği belli olmayan ama eve taşındığımızda açık olan bir yayını izliyorduk. Benim canım sevgilim de o yayının varlığından dolayı, diğerini transfer etme konusunda biraz 'gevşek' davranmıştı açıkçası. 

Ve ne oldu? 
Tam Yalan Dünya izleyeceğiz derken, yayın gitti! Nereden geldiği belli olmayan yayına, nereye gittin diye de soramıyoruz tabii!...

Ben mıhlanıp kalakaldım koltukta. Yüzümün rengi aldan mora kayıyor. Gözlerim seyriyor. 
Sevgilim halimi gördü. E kendi kabahati de var, başladı ortalıkta koşturmaya. Ne yapıyor derken, baktım bilgisayarı getirdi, televizyona bağladı. Kanal D'nin sitesinden canlı yayını açtı ve al sana yayın!... 

Bak ben sana böyle izletirim işte! diye de böbürlendi hemen. 

Bir rahatladım ki sormayın. Burada teşekkürler aşkım, teşekkürler Kanald.com.tr demem gerekiyor sanırım.  
Dizinin ortalarına gelmeden, bizim kimliği belirsiz yayın da geri geldi zaten, iyice keyiflendik.

Diziyi nasıl bulduğuma gelirsek. 
İlk bölüm gayet keyifliydi ama tabii "merhaba" bölümü olduğu için tüm karakterler kendilerini tanıtma çabasında gibiydiler. Nasıl diyeyim, en abartılı hallerini ve sivri köşelerini gördük sanki. Ama tabii haftalar geçtikçe onlar rollerine alışacaklar, karakterler mayalanacak; biz de dizinin içine iyice gireceğiz ve onlara ısınacağız.

Gülse Birsel yine harika karakterler yaratmış. Bu arada Avrupa Yakası'ndaki Gaffur, Aslı için (Gülse Birsel)  Uzatsa tam süper olacak derdi. Bu dizide ise Gülse Birsel'in canlandırdığı Deniz karakterini uzun saçla izliyoruz ve ben sadece şunu diyorum: 
Gaffur haklıymış! O nasıl güzel bir Gülse Birsel öyle! Evet. Uzatmış ve tam süper olmuş!


Olgun Şimşek'in canlandırdığı Selahattin karakteri bu dizinin Burhan'ı olacak gibi. Allahım o nasıl acayip bir tip öyle? O göğsü öne, poposu arkaya çıkık duruşu bile yeter. Sinir ola ola, saya söve seveceğiz Selahattin'i. Öyle görünüyor.



Gülistan karakterini merakla bekliyordum zaten, hayal kırıklığı olmadı. Sonradan görme rolünü üstüne öyle bir giyecek ki Hasibe Eren, çok güleceğiz ona çok! Füsun Demirel'in oynadığı Servet karakteri ile ikisi ana-kız bizi deli edecekler gibi görünüyor!



Yan dairenin oyuncu gençleri süperler! Deniz ve Bora kardeşler (Gülse Birsel ve Öner Erkan) çok sevimliler. 


Emir karakteri biraz fazla mı abartılı dedim ilk başta, ama Sarp Apak'ı diğer dizilerdeki rollerinden ötürü çok sevdiğimden, bu rolüne de her şeye rağmen ısındım.


Nihal Yalçın'ın Açılay karakterini bir kaşık suda boğasım ama boğarken de sevesim var. Karar veremedim daha.


Bartu Küçükçağlayan'ın canlandırdığı Orçun karakteri için ise henüz bir sıfat bulamadım. Komik mi yoksa irite mi ediyor, zihnim bunu algılayamadı henüz. Dur bakalım, göreceğiz...

Sesim seni tahrik ediyooorrmuuu? diyerek Deniz'in peşinden koşturan Çağatay karakteri ise zavallı kızın sinirlerini fena halde tahrip edecek gibi görünüyor!


İrem Sak'ın canlandırdığı Tülay karakteri dizinin cıvık tarafı olacak gibi gelmişti bana ama ona da ısınacağım herhalde.


Ömür Arpacı direkt Avrupa Yakası'ndan transfer olmuş! Oradaki Dursun'un bu dizide sadece ismi (Reis) ve mesleği değişmiş. Onun dışında birebir aynı karakteri oynuyor. Zaten kendi ağzıyla ilk bölümde söyledi; 

önceden başka bir semtte, başka bir setteydim diye. Tatlı bir espiri olmuş. Dursun'u severdim çok, fazlası göz çıkarmaz benim için.

Bu arada, Gülse Birsel'in yeni keşfi Gupse Özay'ın canlandırdığı Nurhayat karakteri bir alem!.. Oyuncu rolünü öyle güzel oynuyor ki çok sinir olacağız ona çok! Bir de böyle mırıltı mıdır, homurtu mudur, acayip sesler çıkarmıyor mu, süper süper!


Beyazıt Öztürk'ün oynadığı Rıza karakterini de çok sevdim. Çok sevimli, saftirik. Beyaz'ın o masum yüzüne çok iyi gitmiş bu rol. Deniz'le bakışmaları, flörtleri pek tatlı, pek sıcacık.





Gönül Ülkü tatlı sert bir anneanneyi oynuyor. Sevgili Gazanfer Özcan melek oldu gitti, şimdi eşini izlemek insanın içini bir tuhaf yapıyor. Bu arada dizideki sokağa Gazanfer Özcan ismini vermişler, gözlerim doldu görünce.

Altan Erkekli ise Altan Erkekli! Ona söyleyecek lafım yok, saygım ve beğenim sonsuz.

Biraz karakterler resmi geçidi yaptım gibi oldu ama hepsi ile ilgili düşüncemi de paylaşmak istedim. 

Diziyi gerçekten beğendim. Keyifle izleyeceğim.
Ve izlerken yine Gülse Birsel'in kulaklarını çangıl çungul çınlatacağım.

Her izlediğim bölümde, Bu kadar kalabalık kadrolu bir dizide her karaktere ayrı ayrı espriler giydirmeyi, bu esprileri onların üstüne böylesine yakıştırmayı, bizi bu kadar güldürmeyi ve en önemlisi bunu her hafta yapabilmeyi nasıl başarıyorsun be kadın? diyeceğim.



Fotoğraflar: www.kanald.com.tr

12 Ocak 2012 Perşembe

Gel Yalan Dünya Gel!


Avrupa Yakası'nı sevmeyen var mıydı? 

Sizleri bilmem ama benim çevremde yoktu. Herkes o ya da bu nedenle ve şu ya da bu karakterden dolayı bayılıyordu Avrupa Yakası'na. 

Karakterlerin başarısı tartışılmazdı ama bence dizinin bu kadar sevilmesinin ve her kesimden insana hitap etmesinin en önemli nedeni, inanılmaz zeki ve yaratıcı bir insanın kaleminden çıkan bir senaryoya sahip olmasıydı. 

Komedi yazmak çok ince bir çizgi üzerinde yürümek gibi olsa gerek. 
Çünkü mesela ben, bir komedi filmine ya da dizisine en ufak bir yılıklık ya da bayağılık karışırsa buz gibi soğuyuveririm. 

Anında zap! 

Ve ne yazık ki ülkemizdeki komedilerin çoğu bu yılıklık tuzağına düşüyor... Hele de uzun soluklu projeler, ilk başta iyi başlamış olsalar da sonradan cıvıtıveriyorlar! 

Ama Avrupa Yakası bu tuzağa hiç düşmedi. 

Temposunun düştüğü ya da kendi skalasına göre azıcık cıvıttığı bir iki bölümü de oldu belki ama genel olarak inanılmaz bir istikrar içinde, zekice pırıltılarla ve keyifle sürdürdü yayın hayatını.

Bazen jenerik müziği çalarken bile evin içinde hoplayıp zıplayan bir kişi olarak, dizi bittiğinde çok üzülmüştüm. Sonrasında sevgilimle çok özledik Avrupa Yakası'nı, bol bol andık, eski bölümlerden sahneler açıp izledik, güldük, ah çektik...

Ve sürekli bekleme halinde olduk. Gülse Birsel ne zaman yeni dizi yapacak diye. Ara ara şu tarihte yeni dizi geliyooo, bu tarihte başlıyoo gibi yalan haberlere kanıp heveslendik, aslı esası olmadığını görünce de boynumuzu büktük. 

Ama sonra, yalan olmayan bir haber ile Yalan Dünya açıklandı!.. Bir sevindik bir sevindik ki sormayın!































Ardından kadroyu duyurdular.


Gülse Birsel'in olmaması zaten düşünülemezdi. 

Avrupa Yakası'nın üstad oyuncusu - nur içinde yatsın - sevgili Gazanfer Özcan'dı, Yalan Dünya'nın üstadı ise çok hayran olduğum Altan Erkekli olmuş. Ne mutlu!

Çok yetenekli ve cıvıl cıvıl bir kadrosu var dizinin. Tanıtımı izlerken oyuncuları 
gördükçe yüzüm aydınlandı resmen.





























Ama ne yalan söyleyeyim, eski dizide de oynadıkları için, Hasibe Eren, Gönül Ülkü, Sarp Apak, Ömür Arpacı ve Nihal Yalçın'ın yüzleri ekranda belirince bir başka sevindim!... 

Avrupa Yakası'ndan yadigarlarmış gibi... 

Dizinin konusu ise özetle şöyle: Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir aile babası olan Şehmuz Bey ve her biri ayrı alem olan aile fertleri Antakya'dan gelip, İstanbul'un göbeğine, Cihangir'e taşınırlar.

Çatı katındaki evlerine bitişik olan daireyi ise başka bir aileye (!) kiraya verirler. 

Ancak bu ailenin aslında kendi sandıkları gibi bir aile olmadığını çok geçmeden 
anlarlar. 
Ve olaylar gelişir!

















Birbirine taban tabana zıt insanların aynı çatı katını paylaşma hikayesini Gülse 

Birsel'in kaleminden izlemek için sabırsızlanıyorum!
Hayal kırıklığına uğrayacağımı da hiç sanmıyorum. 

Bu arada, Hasibe Eren'in görgüsüz ve sosyal sınıf budalası bir karakteri 
canlandıracağını görünce pek keyiflendim. Avrupa Yakası'nın bir acayip karakteri Makbule'den sonra Yalan Dünya'nın Gülistan'ı da çok şey vaat ediyor bence.

Ahh bir de yanında Engin Günaydın olsa! Ahh olsa! 

Zaten her şeyiyle çok lezzetli olan bir pasta düşünün. Ve o pastanın üstünde kıpkırmızı, sulu sulu bir çilek. 

İşte o çilek Engin Günaydın olurdu!

Hoş, pastayı daha yemedik, lezzetli olacağını nereden biliyorsun diyebilirsiniz.

Olacaktır. Şef Gülse Birsel olunca, pasta da çook lezzetli olacaktır!
























Yalan Dünya, 13 Ocak cuma günü, saat 20.00'de, Kanal D'de başlıyor.


Hepimize afiyet olsun!


Fotoğraflar: www.kanald.com.tr

10 Ocak 2012 Salı

Yeni Yıl Karar(sızlık)ları




























Yeni yıl, yeni kararlar alma zamanıdır. En büyük motivasyon, şevk ve güç yılın bu zamanında gelir yapışır insana. Hani öyle ki, yeni planlar yapmayanı döverler.

Aralık, planların yapıldığı ay; ocak ise bu planların uylulanmaya çalışıldığı aydır. 

Şubatın başında kendini gösteren gevşeme hissi, bu ayın sonunda yerini Amaaan neyse yaa, sonra yaparım ben bunları.. Önümüzdeki ay yine denerim. Ya da önümüzdeki sene. Ya da bir sonraki sene.. Neyse işte, ölmeden önce bir gün.. şeklinde kendini kandırmacalara bırakır. 

Mart ise hafıza kaybının yaşandığı aydır. 

Yeni yıl kararları mı? O da ne yahu, ben öyle bir karar almadım ki! Allah allah hiç hatırlamıyorum!

Çoğu kişide durumun böyle olduğuna eminim. 

Ama ben böyle değilim. Hiç olmadım.

Bana aferin mi? Tabii ki hayır.

Zira ben değil marta; şubata bile varamadan, daha ocak ayının başında hafıza kaybı evresine geçen insan türündendim.

Ve her sene, uygulanamayan aynı kararları tekrar tekrar listeye sokan ve yine yine yine çuvallayan azimli kişiydim. 

Bu konuda aferini hak ediyorum ama. Çünkü koca dünyada değişmeyen tek bir şey kalmadı ama benim birkaç tane yeni yıl kararım demirbaş gibi kazık çaktılar listeme. 

Yok, olmuyor, sen bunları beceremiyorsun demek de yok! Yeni yılın ruhuna aşık bir kişilik olarak, her seferinde yeni bir umutla yazıyordum aynı birkaç maddeyi. 

Artık kalem bile ezberledi ne yazacağımı, ben elimi kaldırmadan o yazmaya başlıyordu neredeyse!

Ama bu sene, nihayet, yetti beah! moduna geçtim. Çünkü baktım olacak gibi değil. 
Resmen sıkıldım kendimden. İşin rengi, azimlilikten salaklığa kaymaya başlar gibi yaptı. Hatta kaydı diyelim.

O birkaç maddeyi önüme koydum. Ben bunları neden yeni yılda uygulamaya başlayayım ki dedim. 

Belli ki bu ocak ayı ile bizim yıldızımız barışmıyor, mayamız tutmuyor kardeşim. Ocak oğlu ocakta ne varsa, benim bu kararları uygulamama engel oluyor, ayağıma çelme takıp duruyor!

Hal böyle olunca, sen misin bana mani olan, bak ben sana ne oyun yapacağım dedim.

Ve normalde yeni yılda uygulamaya başlayıp da çuvalladığım bütün o maddeleri, eski yıldan uygulamaya başladım!

Böylece o maddeler benim yeni yılda yapacağım şeyler olmaktan çıktı; yeni yıla yapıyor olarak girdiğim şeyler halini aldı!

Ve oldu! 

Döngüyü kırdım. Onları listenin demirbaşları olmaktan kurtarıp, hayatımın parçaları haline getirdim. 
Sevgili yeni yılıma da bu kararlarıma çoktan alışmış olarak merhaba demiş oldum. 

Kapı arkasında ayağıma dolanmayı bekleyen ocak ayını da epeyce şaşırttım! Ağzı açık bakakaldı.

Kesinlikle tavsiye ederim. 

Doğum günümden sonra 50 kilo olacağım demeyin. Doğum gününüze 50 kilo girin. Ya da bilmemne tarihinden itibaren pozitif düşünmeye başlayacağım demeyin, o tarihte çoktaaan bunu başarmış bir insan olun. 

En azından deneyin. 

Yoksa bu maddeler çok fena demirbaş oluyor ve ciddi şekilde ağrı, ağırlık, kaşıntı, bulantı, baş dönmesi halini alabiliyor!

Demedi demeyin.


Fotoğraf: Gökkuşağı Dosyası

1 Ocak 2012 Pazar

Video / For the Birds

Bugün yeni yılımızın, 2012'imizin ilk günü. 

Günün anlam ve önemini anlatan bir yazı yazmak yerine; benim için mutluluğun, keyfin, güzelliğin ve eğlencenin simgesi haline gelen 3 dakikalık bir Pixar kısa filmini paylaşarak şu anki ruh halimi de paylaşmak istedim.

For the Birds.

2000 yılında yapılan bu nefis film, bir çok ödülün yanı sıra, 2002 yılında En İyi Animasyon Kısa Film Oscar'ını da kazanmıştı.

Hani başucu kitabı denir ya... İşte bu da benim başucu videolarımdan biri. Hatta ilk sıradaki diyebilirim. Senelerdir aynı keyifle ve hiç eksilmeyen bir mutlulukla izleyip izleyip gülerim.

Bu nedenle de senenin ilk yazısında bu güzelliği paylaşmak istedim.

İyi seyirler, mutlu, sağlıklı, çok neşeli seneler dilerim.

                                                                                                                       

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...