Sayfalar

22 Ağustos 2019 Perşembe

KALYMNOS KAÇAKLARI -2-





























2017 yazında Kalymnos'a günübirlik gidip, adaya bayılıp, biraları içip içip, dönüş feribotunun kalkmasına on beş dakika kala binmekten nasıl vazgeçtiğimizi KALYMNOS KAÇAKLARI -1- YAZISINDA yazmıştım. 
Evet, feribot kalktı, ben arkasından hayali mendilimi büyük keyifle salladım, mutluluktan uçuyorum, sonra Gökhan'a baktım, adamın suratına gölgeler doluşmuş.
Haydaaa....


.. BİR ANDA KABUK DEĞİŞTİREN KOCA İLE UĞRAŞMA SANATI ..

Geminin GERÇEKTEN gitmiş olması Gökhan'da bir idrak, bir aydınlanma yaratmış olacak ki, içtiği biraların etkisi bir anda geçti ve pirelenmeye başladı.

G: Hadi kalk, kalacak otel bulalım hemen.
E: Yahu dur. Madem kalıyoruz, şurada rahat rahat oturalım biraz.
G: Amma rahatsın. Ya boş oda bulamazsak?!
E: Yahu ne olacak. Bulamazsak sahilde şezlongta uyuruz. Mis gibi yaz gecesi, yıldızlar... Romantik de hem.. (Gayet de ciddiyim o anda.)
G: Kafayı yemişsin sen. Sabaha karşı böbrek ağrısıyla zıplarsan görürüm seni. Hadi kalk.
E: (En sevimli yüz ifadesiyle) Bi bira daha?
G: Hayır. Kalk, hadi hadi hadi.

Kalktık. Bir yandan yürüyoruz, ben bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyorum, bu sebeple arada duraklıyorum ama benim adam olmuş mu size bir barut fıçısı! Yarım saat önceki Gökhan gitmiş, yerine başkası gelmiş, ben durakladıkça küplere biniyor, hadi hadi diye. Tatlı tatlı idare etmeye çalışıyorum ama ı-ıh, hiçbir şekilde işe yaramıyor. O otel bir an önce bulunmaz ve oda tutulmazsa öleceğiz sanki. 

Diğer yandan huyum kurusun, güzel bir kare yakaladım mı durmaya ama bir yanda da onu yumuşatmaya çalışmaya devam ediyorum, o da söylenmeye, gerilmeye ve daha da çok gerilmeye devam ediyor.

Sonuçta, küstük! Evet, resmen küstük.

O beni aşırı rahat olmakla (beni böyle bir insan yapan kendisi olduğu halde), ben de onu tatilimizi burnumuzdan getirmekle suçluyorum sürekli, derken kısa süre içinde otelimizi bulduk, odamızı tuttuk.

Hemen sahile, limana bakan, Kalymnos'un göbeğinde, nefis deniz manzaralı bir odaydı, gökyüzü pembeleşmeye başlayıp nefis bir hal almıştı ama o kadar mutsuzdum ki o anda ve şu güzelim ortamı zehir ettiği için o kadar kırgındım ki ona, ne deniz gördü gözüm, ne manzara. O duştayken, balkonda bir bira açıp harıl harıl yazı yazarak sakinleşmeye çalıştım.
O son derece suratsız şekilde duştan çıkıp giyindi, ben an az onun kadar sevimsiz halde hazırlandım, biraz daha didikledik birbirimizi ve "Çıkalım bari.." dedik. 

Sonra sokağa çıktık, ve barıştık! 

Evet aynen böyle oldu. Nasıl oldu biz de pek anlayamadık ama ya küs kalmanın bir faydası olmadığını anladık ya da Gökhan uzaklardan gelen uzonun kokusunu aldı, bilemiyorum.:)

El ele, tatlı tatlı bir süre gezdikten sonra, tam meydanda çok keyifli bir restorana oturup, gelsin biralar, gitsin uzolar derken harika bir gece geçirdik. Bir yandan da şöyle bir muhabbet gelişti:

G: Menüde uzo 1.5 euro yazıyordu ama el yazısıydı, yanlış görmüş olmayalım?
E: Doğrudur herhalde, 15 olacak değil ya... 
G: Yok tabii 15 değildir.. 1.5'tur.. Allah allah...

O zaman euro'yu dört ile çarpıyoruz ve son derece tatlı bir mekanda 6 TL'ye uzo içiyor olmanın keyfiyle kafalarımız daha da bir güzel oluyor sanki! Kızarmış balıklı, karidesli, salatalı ve içkili sofraya hepi topu 45 euro hesap gelince ben içimden düşünüyorum, "Acaba hiç dönmesek mi? Ya da daha da mı uzun kalsak?" Sonra tabii hemen vazgeçiyorum, malum yeni barışmışız.
Limanda biraz daha yürüyüş yapıp, keyifle odamıza dönüyoruz.

.. CISCIBIRLAK ve DIMDIZLAK ..

Sabah yataktan kalkıp, karmaşık saçlarım, çıplak ayaklarım ve mayışık gülümsememle balkona çıktım. Gökhan'la aramız süper, harika bir manzara ve "Ohh.. İşte buradayız hissi."  O gün için denize gitmeye karar vermiştik, benden mutlusu yoktu.

Sonra bir an düşündüm, şöyle bir gözlerim açıldı, kaşlarım hafiften yamuldu: "Eee ama bizim yanımızda hiçbir şey yok ki!" Bunu o an idrak etmek de ayrı bir kafa tabii, gece uzolar beynimizi bloke etmiş zaar.

Günübirlik diye gelmişiz. Mayoyu, havluyu, güneş kremini falan bırak zaten, ne yedek giysi var yanımızda, ne çamaşır, ne diş fırçası, deodorant, hiçbir şey! Kitap bile almamışız.

"Aaa" dedim birden, "Ne yapacağız?!" Sonra kendimi sakinleştirdim hemen, "Neyse canım, buradan alıveririz hepsini, ne olacak.."
Ne mi olacak? Seyret de gör!

.. KART MI? O DA NE? ..

Odadan çıkıp dışarıda keyifli bir kahvaltı yaptıktan sonra, bizi plaja götürecek otobüsün kalkmasına daha çok var, hadi dedik alışveriş yapalım. Bu arada, yanımızda günübirlik gezme için ayarlanmış nakit paranın sadece biraz fazlası var, bir de kartlarımız.

Diş fırçası, deodorant vs.. gibi şeyleri marketten çabucak hallediverdik. Sıra mayo, çamaşır, havlu gibi şeylere gelince, aa o da ne..
Giriyoruz bir dükkana, bir şey beğeniyoruz alacağız, "Sorry, no card!"
Başka yerde, 
"Sorry no card!",
Bir diğerinde,
"Sorry no card!"

Aaa, bu ne yahu! Herkes papağan gibi, no card, no card!

Nakit versek paramız çok azalacak, sonra yiyip içeçeğimiz yerlerde de kart geçmezse bulaşık yıkamak zorunda kalacağız! Aldı mı bizi bir düşünce...

Sonunda, "Neyse boşver, illa beğendiğimiz şeyleri alacağız diye bir şart yok, neyi ucuza bulursak onu alalım.." dedim. 

Gökhan'ın dönünce bir daha yüzüne bakmadığı kırmızı şort mayo o tatildendir mesela. Benim incecik, hemen ıslanan ama çok sevdiğim, "Feel Greece" yazan havlum da. Böyle böyle oradan buradan bir şeyler toparladık ve atladık otobüse, doğru plaja!








.. FARKI FARK ET, HİSSET, YAŞA ..

Yerlilere sorup da öğrendiğimiz birkaç deniz bölgesi içinden Massouri'yi seçtik plaj için. Ben alnımı otobüsün camına yapıştırmışım, içinden geçtiğimiz yollara, köylere, evlere büyük bir keyifle bakıyorum, Gökhan ise tabii ki telefonuna kapanmış.

Derken çok cici bir bölgeye vardık. Baktığında aynı Bodrum aslında. Evler, marketler, restoranlar, plaja kıvrıla indiğin yollar, hediyelikçiler, çiçekler, manzara.. Ama ben "Amaan burası da aynı bizim ora gibi. Boşuna gelmişiz." kafasından çok uzak bir insan olduğum için, bütün ruhumla farklılıklara, etrafımda konuşulan dile, duvarlardaki asla anlamadığım yazılara, insanların tatlılığına, yani kısaca hissedebildiğim Yunan ruhuna vantuz gibi yapıştım, her bir anın zevkini, Bodrum'da değil, Kalymnos'ta olduğumu idrak ederek çıkarttım. 

"Evet aynı kum, aynı güneş, aynı deniz ama bambaşka bir ülkedeyim." diyerek...

Gökhan bu konularda benim kadar hassas olmasa da, ona da "Aaa Yunanistan'dayım ben aslında!" dedirten şeyler oldu tabii. Plajın hemen üstündeki nefis manzaralı restoranda, 2.5-3 euroya biraları götürürken, mis gibi Feta peynirlerine, Bodrum'un yarı fiyatındaki hamburgerine yumulurken, "Ohh" dedi, "Ne güzel burası yaa..." 

Tuzlu saçlarımla, üstüme şöyle bir tutturduğum pareoyla, tatlı tatlı çalan Yunan müzikleriyle, buz gibi biram ve patateslerimle pek bir keyifliyken, kafamı kaldırıp Gökhan'a baktım ve şunu düşündüm,
"Evet, o da çok mutlu." 

.. BÖBREKLERE DİKKAT! ..

Nefis, çok dinlendirici, harika bir plaj sefasının ardından otobüse atlayıp merkeze döndük, duşlarımızı alıp tekrar çıktık. O gece ne yedik, içtik, hatta nerede yedik hiç hatırlamıyorum ilginç bir şekilde. Aklımda tek kalan, o çok değişik sokaklar oldu...

Benim "Fotoğraf çekeceğim" diye tutturmamın üzerine, daldık bir yerlere. Nerede olduğumuzu, yolun nereye çıkacağını bilmeden, "kare yakalama" sevdamın peşinde geziyoruz. Öyle bir sokaklara girdik ki, değil sokak lambası, evlerin bile ışıkları yok! Kapkaranlık! Kafamızı kaldırıp da bakınca binaların çoğunun da terk edilmiş, eski püskü, yıkıldı yıkılacak durumda olduğunu gördük. Ara ara bazı evlerden cılız bir ışık sızıyor, o kadar. Gökhan yine pirelendi tabii:

G: Kızım yürü, ne biçim sokağa soktun bizi, hadi gidelim..
E: Ay ama çok gizemli ve hoş değil mi Gökhan? Film seti gibi. Bayıldım ben buraya! Gitmem. (Bkz:İnatçı keçinin dönüşü. )
G: Yahu kimseler yok, göz gözü görmüyor. Fotoğraf da çekemezsin bu karanlıkta, hadi..
E: Uzun pozlarım ben de o zaman! Gitmeyelim.

Pozlamanın "uzun" kısmına iyice morali bozulan Gökhan döktü incisini:
"Eylül vallahi böbrekleri kaptırırız biz burada, yürü gidelim!"

Uzun pozlama tabii ki yalan oldu ama çok da acele etmeden, metruk binaların, karanlık sokağın ürküten ama diğer yandan da garip bir zevk veren ruhunu içimize çeke çeke, hatta yol üstünde bir yerde rastladığımız ayin gibi bir şeye baka baka merkeze vardık.

.. İYİ Kİ..

Sabah erken uyanıp, hepi topu üç beş eşyamızı topladık. Gökhan kapıda dikilirken ben, balkonumuzla, manzarayla ve odamızla vedalaştım. Kaldığı hastanenin odasından çıkarken bile hüzünlenen biri için şaşırtıcı bir durum değil tabii, Gökhan da sabırla bekledi.

Salaş bir kafenin dış masasında lezzet olarak son derece uyduruk ama verdiği his olarak pek güzel bir tost yiyip, kahvelerimizi içtikten sonra iskeleye vardık.

Pasaportlar damgalandı, limandaki dökük, kantin gibi yerden son frappeler alındı ve kalkacak feribotun yanına varıldı.

Elimde frappemle, taşa oturup ayaklarımı denize sallandırdım.

Bitmişti, gidiyorduk, hüzünlendim. Ama sonra dedim ki kendime, "Üzülme. Aslında iki gün önce gidecektik, şimdi ise heybemizde nefis anılar biriktirmiş olarak dönüyoruz.. İyi ki kalmışız!"

Hani bir balon vardı çocukluğumuzda, şişirip bırakırsın, öte öte deli gibi uçar, havada söner ve kim bilir nereye düşer. Serseri mayın gibi.

Bir de klasik uçan balon vardır, elinden kaçar ya da kendin bırakırsın, tatlı tatlı havalanır, yükselir, süzülür, seyretmeye doyamazsın...

İşte hayatı spontan yaşamayı, bu iki balon arasındaki fark gibi görüyorum ben. 

Her zaman nereye ineceğini bilemeyebilirsin tabii ama kendi hamurunca, kendi doğrularınca yaşayıp, diğer yandan hayatın süprizlerine de kapılarını ve kollarını şöööyle kocaman açmak muhteşem bir şey.

Planlar yapılır, planlar değişir, yollar çizilir, yollar bozulur. 
Tüm bunların arasında, o an yaptığından ya da yapmadığından mutlu musun, bence önemli olan tek şey bu.




14 Ağustos 2019 Çarşamba

KALYMNOS KAÇAKLARI -1-































Eskiden planlarında ani değişiklik olduğunda aşırı gerilen, "Bu akşam size gelelim mi? / Bize gelir misiniz?" gibi sorularda eli ayağına dolaşan, hayır deme konusunda beceriksiz, çat kapı gelinmesinden nefret eden (gerçi bundan hala hiç hoşlanmam), gereksiz durumlarda aşırı panikleyen, kontrolün elinden kaymaya başladığını hissettiği anda titremeye başlayan bir insandım.

Sonra... Hayatıma Gökhan girdi. 

Vasıtalara hep son anda koşarak yetişen -ve asla kaçırmayan-, gevşeklik sınırına dayanacak kadar rahat, birçok durumda sakin, paniklemek yerine çözüme odaklı ve nasıl oluyorsa her problemi de bir şekilde çözen Gökhan.

Ben de ömrüm boyunca "Mükemmelim deme, hatta mükemmel olma. Ama mütemadiyen kendini sorgula, sana iyi gelmeyen, zarar veren bir yönün varsa değiştir, geliştir." kafasında bir insan olduğum için, bu adam beni bambaşka bir Eylül yaptı! Hatta bazı durumlarda boynuz kulağı geçti bile diyebilirim!

Ama bu benim kişisel gelişimimin değil, tüm bu 'rahatlayışlarım' doğrultusunda yaşadığımız son derece muzur ve sevimli bir seyahatin hikayesi.

.. HADİ KALYMNOS'A ..




Sene 2017, aylardan ağustos, Bodrum'dayız. Turgutreis'ten her gün Yunan Adaları'na sabah git-akşam dön seferler yapılıyor ve bunlardan biriyle kendimizi Kalymnos'a attık. Daha önce bu şekilde Kos'a gitmiş ve akşam olduğunda, yani aslında adanın en güzel saatleri başladığında, tabiri caizse popomuza baka baka geri dönmüştük.

Kalymnos'a vardığımızda bir saat pasaport kuyruğunda harcanan sürenin  sonunda kendimizi adanın sokaklarına attık. 
Plan: Önce kahvaltı, sonra bol bol gezip fotoğraf çekmek, akşama doğru bir yerde oturup yemek yemek ve sonra feribota atlayıp evimize geri dönmek. 

Peki ya olanlar?

.. BİR KOKU GELİYOR SANKİ ..

Evet, keyifli bir mekanda omlet + harika frappeler eşliğinde yapılan kahvaltının ardından kendimizi  ara sokaklara atıp, o sevimli evlerin, pazar günü olmasından dolayı birçoğu kapalı olan dükkanların, kiliselerin, incik boncukların, dar ve yüksek merdivenlerin, pencerelerden sarkan rengarenk çiçeklerin, sevimli yerlilerin arasında fotoğraf çekmeye verdik. Sıcaktan dolayı pişerek ama son derece keyifle geziyorduk.

Sonra ara sokaklardan birinden burnuma bir koku geldi. Kızarmış balık kokusu. Mis gibi. Beyni burnundaymışçasına yaşayan bir insan olarak hemen o tarafa yöneldim.

Turist kalabalığından uzak, dışarıda minik ve salaş masaların olduğu,gölgelik, tatlı tatlı esen, insanların bir yandan balıklarını yiyip içkilerini içerken, diğer yandan keyifli bir rehavetle sohbet edip gülüştükleri harika bir yer! Üstelik hem mekanın ruhundan, hem de konuşmalarından anladığım kadarıyla burası yerlilerin geldiği bir restoran! Kısacası, tam benlik.

Gökhan'ın klasik "Oturmaya mı geldik, birkaç saat daha gezelim, sonra geliriz yemeğe." demesine rağmen, iyi ki oturduğumuz yer. Çünkü burası  yerlilerin denizden çıkıp gelip, yemeklerini yiyip tekrar denize dönmelerinden sonra kapanan, gece falan açık olmayan bir mekanmış! Tekrar söylüyorum: Tam benlik!



Kapanana kadar oturduğumuz saatleri hayatımın en keyifli anlarından sayabilirim. Yediklerimizin lezzeti, ortamın sevimli salaşlığı, art arda içtiğimiz Alfa'ların üstümüzde yarattığı tatlı gevşekliğin mutluluğu, yan masalardan masamıza dolan Yunanca sohbetler ve o sevimli yerli kahkahalar bir yana, mekan sahibinin canayakınlığı bizi bizden aldı. 

Ortamda müzik yoktu, adam kapaklı, siyah, döküldü dökülecek bir cep telefonundan çaldığı şarkıları isteyen kişinin masasına bırakıveriyordu. Bizi de çok sevdiği için, o cep telefonu bizim masaya da geldi, Türkçe Yunanca karışık muhteşem düet parçalarla birlikte!

O mekanda aldığım keyfi ben bile tam olarak kelimelere dökemem inanın. 

Yerlilerin yavaş yavaş denize dönmesinden ve abimizin yolluk olarak bize birer bira daha ikram etmesinden sonra, son derece uygun olan hesabı ödedik ve restoran kapandı.

Kalkınca marketten birer kutu Mythos alıp, içerek gezmeye ve fotoğraf çekmeye başladık. Biraz ara sokaklarda, biraz deniz boyunda, çokça ağaçların arasında dolaşıyoruz.. Ada güzel, eski evler güzel, hava güzel, bizim kafalar hepsinden güzel!

Ve benim içimde coşkuya karışmış koca bir hüzün, çünkü feribotun kalkmasına bir buçuk saat kalmış ve kafamda sadece şu cümle dönüyor: "En güzel saatinde bu harika adayı bırakıp nasıl döneceğiz?" Başka bir ses de usulca ve hin hin fısıldıyor:
 "Keşke dönmesek..."

Sonunda, yeter bu kadar gezmek deyip, kalkışa bir saat kala, feribotun gelişini görebileceğimiz bir tavernaya oturduk, geldi biralar. Ah o biralar. :)

.. MENDİL SALLAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ ..



O kadar istemiyorum ki dönmeyi, oturduğumuz andan itibaren Gökhan'ı didiklemeye başladım.
"Ya aslında kalınabilir burada. Olmaz mı? Sonuçta tatildeyiz, döneceğimiz sorumluluğumuz mu var. Ha Bodrum, ha Kalymnos." 
Gökhan'dan tepki "Aa yok nasıl olacak o.. Planı bozmayalım, nasılsa yine geliriz.."

Ben vazgeçer miyim: "Yani.. Planlar bozulamaz mı? Azcık spontan davranılamaz mı? Çok keyifli olabilir, bir düşün.."

Baktım adam direnç gösteriyor, bol bol şerefe yaparak ilk biraları bitirtip, ondan habersiz ikincileri söyledim. Yakınlarım iyi tanır beni, taktik, numara bilen biri değilimdir hiç, hele de erkekler konusunda ama orada kalmayı artık nasıl istediysem, içimde yıllardır saklı kalmış fettan Yeşilçam kötü kadını gözünü açtı ve adamı sarhoş edip kalmaya ikna decek zaar!

Feribotun gelmesine kalmış on beş dakika, ben hala sondaj yapıyorum.
"Ay yok benim hiç dönesim yok. Bu ada bırakılır mı? Hem düşünsene gecesi ne güzeldir. Balık sofrasında uzoları da götürürsün bak.. Çok keyifli olur!"

Gördüğünüz gibi, eğer taktik bilen bir kadın olsaydım, onca dil dökeceğime, balık sofrası ve uzo kozunu en başta kullanırdım!

Veee... Gözündeki "Acaba?" ışıltısını gördüğüm anda içimden dedim, "Tamam buradayız. Yaşasın!"

Sonra feribot geldi. Biz o sırada çok matrak Instagram hikayeleri çekip paylaşmaya başladık, feribotu kaçırmak üzerine. 
Yolcuları aldı, görüyoruz.  Biz videolara devam. Saati geldi, geçti, kocaman gülerek gemiye kadeh kaldırıyoruz. 

Sonra,vakti geçti, hala yerinde duruyor.
Ben bir an önce kalksın istiyorum, adam vazgeçer falan. Bir de dediğim gibi son anda vasıtalara yetişme konusunda da uzman. Beni de takar peşine, tam kalıyoruz derken kendimi feribotun tahta banklarında oturuyor bulurum diye aklım gidiyor!

Geminin yolcu listesi var, isimlerimiz kayıtlı ama ortada yokuz, belli ki bekliyorlar, hababam düdüğe asılıyorlar, ben muzur muzur gülüyorum, hadi tamam gelmiyoruz işte, size güle güle diyorum, derken nihayet hareket etti. 

Ohh. Arkasından hayali mendilimi sallamak kadar keyiflisi yoktu o anda. Sevinçten içim içime sığmıyordu.

Ama...

Gel gör ki, geminin GERÇEKTEN GİTTİĞİNİ idrak eden Gökhan bir anda biraların etkisinden çıktı ve bir aydınlanma (ya da kararma mı desek!) yaşamaya başladı.

İşte bunun sonrasında yaşananlar ve orada kaldığımız süre boyunca olanlar, en kısa zamanda, ikinci yazıda gelecek! 
Takipte kalın!
...

İkinci yazıda:

- Bir anda kabuk değiştiriveren koca ile uğraşma sanatı.
- Günübirlik geldiğin adada, yedek kıyafetsiz, çamaşırsız, kısıtlı bütçeyle kalakalınca ne yaparsın?
- Böbrekleri kaptırır mıyız dedirten karanlık sokaklarda turlar.
- Muhteşem bir plaj günü.
- 1.5 Euro'ya uzo içmenin tarifsiz keyfi.

17 Mayıs 2019 Cuma

Hepimiz Birisinin Hikayesindeki Kötü Kişiyiz






























Bugün Pinterest'te gezerken karşıma bu cümle çıktı.

"Hepimiz, birisinin hikayesindeki kötü kişiyiz."

Vay. 
Ne kadar doğru değil mi?
Aksini iddia edecek olan çıkar mı? Bilmem, belki çıkar.
Ama ben de ona sorarım;
"Nereden biliyorsun?"

Onca yıllık ömrümüzde kim için ne ifade etmiş olduğumuzu, kimin hayatına farkında bile olmadan ne şekilde etki etmiş olduğumuzu ya da insanların bizimle ilgili duygularını belirtirken ne derece dürüst olduklarını tam olarak nasıl bilebiliriz ki?

O zaman, bu cümle hepimiz için geçerli olabilir elbette.

Ben şahsen kötü bir insan olmadığımı ve hayatımda hiçbir adımımı kötü niyetle atmadığımı biliyorum ama diğer yandan bazı kişilerin hikayesinin kötü kişisi olduğumu da biliyorum mesela.

Çünkü hayat görecelerle dolu. 

Hiçbirimiz tek kalıptan çıkmadık.
Şiddet, vahşet, empati yoksunluğu ve kötü niyet gibi durumların haricinde, hayatta kesinlikle tek doğru yok. Çünkü tek düşünce yapısı yok, çok şükür ki.

Bu durumda, yaptığımız çok güzel bir şeyin bile başkasının hayatında kötü kişi haline gelmemize neden olması işten bile değil. O zaman da hemen şu soru geliyor:

"Kötü kişi kime göre, neye göre?"

Artık sinema filmlerinin senaryolarında bile kahraman olgusu değişti.  Eskiden neresinden bakarsan bak bir gram hata bulamadığın, fiziksel ya da davranışsal açıdan yüzde yüz kusursuz (!) olan fabrika çıkış  başroller yerlerini, evet iyi kalpli ama diğer yandan zaafları ve hataları da olabilen karakterlere bıraktı. 
Hatta ne kadar sıkça görüyoruz ki, senaryonun kötü karakterleri eskiden neresinden tutsan elinde kalan  süzme pislikler iken, artık yer yer kalplerindeki iyi yanı ortaya çıkararak bizleri şaşırtıp düşündüren kişiler olarak karşımıza çıkıyorlar.

Çünkü izleyici doğallık, gerçekçilik arıyor artık. Kendi çevresinde su katılmamış mükemmellikte biri var mı ki, hatta kendisi öyle mi ki, filmdeki adama inansın?

Demek ki gerçek bu. Gerçek olan hiçbirimizin mükemmel olmadığı.
Bizler bunca rengi, düşünceyi, arzuyu, hayali farklı farklı içimizde barındıran milyonlarca kişiyken, mükemmelliğin aslında koca bir sanrıdan ibaret olduğu ve onu yakalamaya çalışırken insanların nasıl da gerçek hayattan koptuğu...

Eğer içinde yaşadığın dünyaya, birlikte yaşadığın canlılara bile isteye kötü davranmıyorsan, iftira atmıyorsan, dedikodu yapmıyorsan, hak yemiyorsan, vicdanlı, merhametli, dürüst, anlayışlı bir kişiysen ya da olmaya çabalıyorsan, iyi bir hamurun, temelin var demektir.

Ondan gerisi ise herkese göre değişir, hatta değişmelidir, yargılamaya ve kınamaya kapalıdır diye düşünüyorum. Ve başkalarını eleştirip yargılama üzerine hayatını kurmuş kişilerin de ne yazık ki kendi hayatlarında çok mutsuz olup, etrafa sarmaktan başka yapacak bir şey bulamadıklarına inanıyorum.

O nedenle, eğer herhangi bir kişinin hikayesinde kötü kişi olmuşsak bile şunu sormak lazım:

"Bu neden oldu? Kötü niyetli olduğum için mi? Yoksa sadece kendim olduğum için mi?"

İkincisiyse sorun yok çünkü emin olun ki, kendisi olarak bir kişinin hayatında kötü kişi olmuş olan insan,
bin kişinin hayatında da pırlanta olmuştur belki de.



14 Mayıs 2019 Salı

Açın Halinden Anlamak (!)



























Hayatım boyunca insanların saf ve temiz duygularına, inançlarına saygı duyan bir insan oldum.
Diğer yandan yine hayatım boyunca çelişkilerden, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu durumlarından rahatsız oldum.

Gerek aile yapımdan gerekse kendi hamurumdan, hayatım hep sormak, merak etmek ve bir şeyleri didiklemekle, "Ee bu böyleyse, peki şu niye öyle o zaman?" demekle geçti.
Yeri geldi tatmin edici cevaplar aldım, ama yeri geldi ta çocukluğumdan beri sorduğum bazı soruların karşılığını hala bulamadım.

Ve böyle böyle yine bir ramazan ayı geldi. Ne yazık ki pek çok çelişkiyle kafamın meşgul olduğu ay.

Şimdi diyeceksiniz ki, "Ee ramazan geldiyse ne olmuş, oruç tutanlarla derdin mi var?"

Tabii ki yok. Hiçbir zaman da olmadı. İnancını iyi niyetle, sevgiyle, gerçek bir merhamet duygusuyla yaşayan kişilerle derdim olması için deli olmam lazım zaten.

Diğer yandan bu ay içinde beni çokça rahatsız eden durumlar da yok mu, var. 

İnsanlara neden oruç tuttukları sorulduğunda çoğunlukla verilen cevaplardan biri şudur: "Açın halinden anlamak için."

Güzel. 
Çünkü kendi hayatlarımızın dinamiğine kendimizi kaptırıp, kendi gerçeklerimizi dünyanın ya da toplumumuzun gerçekleri sanarak empati yapmayı unuttuğumuz zamanlar olabiliyor ve bir şeylerin bize bunu hatırlatmaya vesile olması iyi bir şey. Ama gerçekten hatırlatabiliyorsa.

Çünkü ben ne yazık ki yıllardır bunun tam tersi durumları gözlemliyorum ve içim acıyor.

Adam bütün gün oruç tutuyor, aç kalıyor, açın halinden anladığını düşünüyor ve akşam iftarda öyle muhteşem bir sofraya oturuyor ki, kuş sütü eksik.
Kaldı ki, akşam böylesi bir ziyafet çekeceğini bilerek aç kalmak çok da zor olmasa gerek, o lezzetli menünün hayali de eminim aç kalınan saatlerin sıkıntısını hafifletiyordur.

Peki soralım o zaman, gerçekten fakir ve aç olan insanların kaç tanesi gün boyu aç kaldıktan sonra böyle mükellef sofralara oturabiliyor? Mükellefi de geçtim, kaç tanesi ağzına atacak bir lokma bulabiliyor?
Saatlerle sınırlı bir açlık geçirip, ardından tabak tabak yemeklere kavuşan bir kişi mi anlayacak, günlerce hatta haftalarca boğazından iki lokmayı zor geçiren, bir sonraki yemeğini ne zaman yiyeceğini, o akşam evladını doyurup doyuramayacağını bile bilemeyen bir insanın halini?

Süresiz açlık çeken bir insanın acısını, sekiz on saat boş kalan mide ile deneyimlemek mümkün mü?
Ezan okunduktan sonra başına çökülen kepapları götürdükten sonra, bugün de açın halinden anladım diyebilir mi bir insan, demeye hakkı var mıdır?

Diğer mevzu, oruç tutan bazı kişilerin, oruç tutmayan ve açık alanda yemek yiyen kişilere rahatsız edici, kınayan bakışlar fırlatması.
Bunun sebebi eğer "Sen nasıl oruç tutmazsın?!" kafasıysa; düşünce, inanç ve davranış özgürlüğü nedir bilmeyen insana zaten lafım yok.

Ama bir de, "Dışarıda yemeyin, oruçluların canı çeker." mantığında olanlar var.

Oruçluların canı çekermiş!

Akşam iftar sofrasına oturacak olan oruçluların. 
Akşam karnının bir güzel doyacağını biliyor olan oruçluların.
Açın halinden anlamaya çalışan (!) oruçluların.

Bu durumda, yani oruçluyken başkalarının yemek yiyor olduğunu görmek, o açın halinden anlamaya çalışmak açısından çok faydalı bir şey değil mi o zaman?

On bir ay boyunca sokaklarda, mekanların dış masalarında mis gibi kokular yaya yaya yemek yerken, yanımızdan yöremizden geçip de imrenen, o yemeği asla yiyemeyecek olan ve bizim farkına bile varmadığımız o insanları aslında nasıl özendirdiğimizi fark etmek açısından bir fırsat değil mi bu?

Diğer yandan oruç tutmak nefsi sınamak değil mi? 
O zaman insanlar tabii ki senin çevrende yiyecek, içecek, kokutacak hatta imrendirecek seni ki, anlayacaksın sen yerken gerçek açların nasıl özendiğini, içlerinin gittiğini.
İşte o noktada başlayacak empati süreci, diğerinin halinden anlama duygusu ve diyeceksin ki, "Bak nasıl da zormuş açken tokları izlemek, kokuları duymak. Üstelik ben birkaç saat sonra karnımı doyurabileceğim. Onlar ne yapsın?"

Bir de çadır fırsatçıları var ki, kimse kusura bakmasın, onları bir kaşık suda boğasım var.
Cebinde yemek alabilecek parası olmasına rağmen, sırf bedava mezar bulsa atlayacak kafada olduğundan, ramazan çadırı kuyruklarına girenler.
O çadırlar senin için kurulmuyor arkadaşım, gerçekten fakir olan, yemek yiyecek parası olmayanlar için kuruluyor.
Ama sen sırf nerede beleş oraya yerleş dediğin için, çoğu zaman gerçek açlara iki tanecik fasülye bile kalmıyor. Tebrikler. Bütün gün aç kaldın, açın halinden anladın, sonra gidip o açın rızkını da yedin, bravo. İbadetimi yaptım diye huzurla yastığa başını koyarsın artık bu gece.


Ve gelelim en yaman çelişkiye.
Şu dünyada yaşayan, yaşamaya hakkı olan tek canlının ve böylelikle de açlık çeken tek varlığın insan olduğunu düşünenlere.

Bizler gibi bir mideye sahip olup, o mide boş kaldığında en az bizler kadar acı çeken, çocuklarını beslemesi gereken, hava şartlarından, açlıktan, susuzluktan kıvranan, hatta ölen, üstelik derdini bile anlatamayan başka canlıların varlığını görmezden gelenlere.

Sokağa konulan mamaları şikayet eden, bir tekmeyle savurup dağıtan, suları devirip döken,
Allah'ın yarattığı canın rızkını elinden alan, onun gece aç yatmasına, bebelerine bir lokma götürememesine, açlıktan can çekişmesine sebep olan ama ramazanda açın halinden anlamak için oruç tutan ve bu orucun kabul olacağını zannedenlere...
Hey yavrum.

Hadi şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve bir düşünün bakalım.

İçinde gerçek iyiliği taşıyan bütün güzel insanların, saf ve temiz duygularla gerçekleştirdiği ibadetlerin kabul olmasını tüm kalbimle dilerim.

Diğerlerine gelince.

Sen yılın on bir ayı vicdandan, empatiden yoksun yaşıyorsan, insan ya da hayvan fark etmeksizin yaradanın yarattığına zulm ediyorsan ya da görmezden geliyorsan,
bir ay aç kalmışsın ne yazar, kalmamışsın ne yazar kardeşim?



9 Mayıs 2019 Perşembe

Her Gencin Rüyası: UZUN SÜRELİ SCHENGEN VİZESİ - 2 -


























Muhteşem 'Uzun süreli Schengen vizesi alma' taktiklerimin ikinci bölümü ile karşındayım! Bu yazıyı okumadan önce lütfen BİRİNCİ YAZIYI oku.
Vize sadakatinden, aracımın defalarca beni nasıl kurtardığından, hesapta bulunması gereken paralardan ve daha birçoğundan o yazıda bahsettim. 
...

Okuyup geldin mi?
Aferin.

Hadi şimdi kaldığımız yerden devam edelim.


... MAZERETİN OLABİLİR AMA SONRA ASABİYET YAPMA! ...

Bu vereceğim örnek bir arkadaşımızın başına geldi. Pasaportu uzun soluklu vizelerle dolu olan bu arkadaşımız, en son aldığı uzun ve multi girişli vizeyi hiç kullanmıyor. Yani, başvuru yaptığı ülkeye gidemediği gibi, vizesinin geçerlilik süresince başka bir ülkeye de giriş yapmıyor. Ve sonra ne oluyor, bir sonraki başvurusunda çıkan vize şaka gibi: 
15 gün, tek girişli! 

Yani meali: "Kardeşim sen vize istiyorsun, veriyoruz üstelik çok girişli ama hiç kullanmıyorsun, demek ki ihtiyacın yok!" 

Kabus! 
Yani nedir, sonradan küplere binmemek için, o vizeyi kul-la-na-cak-sın!

Geçen sene bir iş gezisi için İngiltere vizesine başvurdum. Ama her türlü vize masrafını, beni gönderecek olan şirket karşıladı, hem de vip başvuru ile. Bu arada İngiltere evraklarını toparlamak çok zahmetli, Schengen'i mumla aratır, o günlerde saçlarım ağarmadıysa artık biliyorum ki hiçbir zaman ağarmayacak! Neyse, sonuçta vizem çıktı, harika. Ama hoop birkaç gün sonra etkinlik, dolayısıyla da gezi iptal olmadı mı! Valla oldu. Vize cepte tamam ama uçak ve otel rezervasyonları da tabii sizlere ömür!

Oturdum düşündüm, bu vize zaten pahalı, sağolsunlar karşıladılar. Şimdi gitsem her şeyi ben karşılayacağım, gitmesem sicilim lekelenecek. Ha tabii ki iş iptal odu diye dilekçe verebilirim bir sonrakinde, sonuçta benim suçum değil. Ama yine de riske atmak istemedim ve tamam biraz da Londra için heves yapmış olabilirim. :) Velhasıl, sağ omzumdaki diyor ki b.k yeme otur, solumdaki diyor ki, hadi kalk gidelim! 
Sonucu tahmin ettiğinizden eminim. :)

Şimdi en azından aldığım vizeyi kullandığım için içim rahat. Çünkü bu adamların işi ne olur ne olmaz, hiiiç belli olmaz!


























... REZERVASYON MESELELERİ ...

Bu konuda en çok merak edilen konu şu: "Ödeme yapmadan, sadece uçak/otel  rezervasyonlarımı yapsam, vizede sorun çıkar mı?"

Öncelikle ben bu konuda bilirkişi değilim ama ülkeden ülkeye bu durumların değişebileceğini biliyorum. Mesela aracım, ödenmemiş uçak rezervasyonlarını İtalya'nın sorun etmediğini söylemişti.  Aynı şekilde konaklama için de geçerli. Ama bu iki arkadaş birbiriyle mutlaka tutarlı olacak! Yani eğer 5-10 Ağustos arasını kapsayan konaklama rezervasyonun varsa, uçak biletinin gidiş-dönüş tarihleri de 5-10 Ağustos olmak zorunda. Bir gün eksik, bir gün fazla değil, aman ha! Sen istiyorsan daha fazla kal, ama başvuruda bu tarihler birebir birbirini tutmalı! Demedi deme.

Ben şimdiye kadarki tüm vizelerime satın alınmış/ödenmiş uçuş ve konaklama belgeleriyle başvurmuştum ama bu son başvurumda uçuşum satın alınmıştı evet, ancak konaklamam iptal hakkı bulunan, parası ödenmemiş rezervasyon şeklindeydi. Ve hiçbir sorun çıkmadı.

Ha ama sen sen ol, "Ayy vizem çıktı yaşasııınn" diye eteklerini (erkekler için pantolon paçası da olur) savururken, o göstermelik yaptığın rezervasyonları da iptal etmeyi sakın unutma! 
Hatta, mümkünse iptal tarihin için  alarm falan kur, unutulması ve konaklamayacağın mekanın parasının haşırt diye kartından çekilmesi çok hoş bir manzara olmaz, emin ol. :)


... MULTI'Yİ HAKKIYLA KULLANMAK ...

Soru şu: "Multi (çok girişli) verilen vizeyi gerçekten çok girişli olarak kullanmak uzun vize almak için bir artı mı?"

Bu konuda çok rivayet dönüyor. Herkes başka bir şey söylüyor. Bunu aracıma sorduğumda bana, "En önemlisi doğru kullanmak, sen hep doğru kullanıyorsun. ." demişti. Önceki yazıda bahsettiğim sadakat meselesi yani.

Ben kendi adıma şimdiye kadar aldığım hiçbir vizeyi tek ülke girişli olarak kullanmadım. Elimden geldiğince giriş-çıkış yaptım. Bu bazen uzunca seyahatler, bazen de  bir-iki günlük hatta günübirlik geziler şeklinde oldu ama oldu sonuçta. 

Bunun uzun vize almama etkisi olmuş mudur, jelibonlarımın gözünde "Bu kızın kıyın kıyın yanaşıp  bizim ülkeye kapağı atmak gibi bir derdi yok, tamam bizi çok seviyor ama asıl gezmeyi seviyor, belli!" imajı çizmiş miyimdir bilemiyorum ama ben multinin hakkını vermeye çalışanlardanım, orası bir gerçek. Artısı var mıdır bilmiyorum ama eksisi olmayacağı kesin!

Diğer yandan cebinde bir multi vizenin olması, mesela Bodrum tatili yaparken sabahtan feribota atlayıp Yunan adasına gidip akşam dönebilmek gibi hoşluklar sağlıyor. Tabii pasaportun yanındaysa! 


... ŞAŞKINLIĞA YER YOK ...

Bu belki de en başta değinmem gereken konuydu ama sıkıntı yok, nasılsa hepsini okuyorsun değil mi canım kardeşim?:)

Şimdi eline bir kağıt-kalem alıyorsun ve bin kere şu cümleyi yazıyorsun:
"Evraklarım tam ve doğru olacak.... Evraklarım tam ve doğru olacak.... Evraklarım tam ve doğru olacak.... Evraklarım tam ve doğru olacak.... Evraklarım tam ve doğru olacak.... "

Tamam, bin kere yazmana gerek yok ama en dikkat etmen gereken konunun bu olduğunu sakın aklından çıkarma! Çünkü eğer bu konuda hata yaparsan, değil uzun vize almak, red yeme ihtimalin çok çok yüksek!
Adamlar senden ne istiyorsa eksiksiz vereceksin. Kendi kafanla mantık yürütüp, "Amaan bu belge de eksik kalsın, nolcak!" demeyeceksin, "Hesapta deli gibi param var, şu evrak olamasa da olur!" şuursuzluğuna düşmeyeceksin. Bu bir.

İkincisi, beyan ettiğin her bir bilgi kırıntısı DOĞRU olacak, tutarlı olacak. Bu Instagram'da yüz filtresiyle kendini Angelina Jolie'ye, Brad Pitt'e çevirmeye benzemez, "Hop kardeşim bir dakika, senin yazdığınla olduğun birbirini tutmuyor, yok sana vize mize!" deyiverirler.
İlk yazımda, "Şark kurnazı çok ama sen olma." demiştim, işte aynı kural burada da geçerli.

Dürüst ol, tutarlı ol.

... BULANDIRMA DENİZİ (GERİSİ MALUM..) ...

Birden fazla işin varsa ya da mesela hem çalışan hem öğrenciysen, hangisini beyan edeceksin? 
Ben ilk vize başvurumda üç ayrı kurumdan - okul ve işler - belge verebilecek durumdaydım ve "Oooh hepsini yazayım dilekçeye, bir güzel dökeyim önlerine, ensesi kalın sansınlar beni, hemen yapıştırsınlar vizemi nihohoh" şuursuzluğu içinde, "Onu da verem mi, bunu da verem mi ehihih?" diye darlamıştım aracımı. O da demişti ki bana, "Neyi beyan edersen onun eksiksiz belgelerini sunmak zorundasın. Gerek yok, elimizdekiler yeterli."
Yani aslında kadın demek istedi ki; "Nerede çokluk, orada b.kluk.."

Ancak bu konuda sakın bu yazıyı baz alıp, "Hmm.. Eylül bulandırma dediydi, şunu da koymayayım.." demeyin, çoklu işe vs.. sahipseniz mutlaka bir bilene danışın. 



... HIDIR MI? O DA KİM? ...

Bu benim başıma gelen ya da aracım tarafımdan uyarıldığım bir durum değil ama internetteki yazılarda çokça karşıma çıktığı için onlardan alıp burada satmasam olmazdı. Önemli bir husus çünkü.

Diyelim ki İtalya'ya vize başvurusunda bulunuyorsun ve orada Hıdır amcan yaşıyor. Ama bu Hıdır amca orada kaçak ya da vizesini ihlal etmiş şekilde ikamet ediyor. Sakın ola ki "Ohoo sizin ülkenizde benim akrabam yaşıyor zaten! Yani ben size yabancı değilim aslında! Onu almışsınız, beni de alırsınız artık!" triplerine girme. Adam kaçak kaçak!! 

Bu durumda anında balık hafıza moduna geç, zorlanıyorsan bin kere yaz kağıda;
"Hıdır yok... Hıdır yok... Hıdır yok... Hıdır yok... Hıdır yok... Hıdır yok... Hıdır yok..."

Çünkü girmek istediğin ülkede kaçak yaşayan tanıdık sana yol, su ve kıpkırmızı red damgası olarak geri dönecek. 
Okuduğum yazılarda bir de, "Onlar sormadıkça sakın bahsetmeyin.." yazıyor. Sorarlarsa ne diyeceğini inan bilmiyorum, bunun için de müracaat: Bir bilen!
Yani özetle, aman dikkat!

.......

Sonuncu hariç, yazdıklarımın hepsi benim tecrübelerimden ortaya döktüklerim.
Bunun yanı sıra, varsa gelecek seyahatlerin rezervasyonlarının başvuruda beyan edilmesi, uzun süreli sağlık sigortası yaptırılması, tapu, ruhsat vs.. gibi üstüne kayıtlı ne mal mülk (a.k.a.: kalın ense kağıtları;) ) varsa gösterilmesinin vize sürecini olumlu etkileyeceğini okuyorum her yerde. 
Ben bunların hiçbirini beyan etmedim başvurularımda ama iki yıllık vizemi aldım. 
Fakat sen bunları sunabiliyorsan mutlaka sun.

Bitirirken tekrar ediyorum, hiçbir şeyin garantisi, netliği, yüzde yüz şöyle olur, böyle oluru yok.
Herkes değişik tecrübeler yaşıyor ama dikkat edilmesi gereken hassas noktalar bunlar.
Bunların hepsini doğru yap, dürüst ol, elinden geleni yap ve sonrasında kendini o heyecanlı bekleyişe bırak!

Son olarak hadi benden sana bir dua:
"Allah ne muradın varsa versin, tuttuğunu altın etsin, vizeni upuzuuuun eylesin inşallah!" :)

Bir de son uyarı:
Pasaportunu kaybetme!
Mümkünse buruşturma! (Bkz: Birinci Yazı)

Ha bir de,
Hıdır'ı unutmayı unutma! ;)




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...