Sayfalar

2 Şubat 2021 Salı

DİN DERSİNDEKİ KIZ



Lise ikinci sınıfta, evimin çok yakınında bulunan, müdürünün ise babamın çok yakın arkadaşı olduğu bir devlet okulunda okumaya başladım.

Benim gibi pek çok Ataköy sakini kişinin yanı sıra, oldukça fazla sayıda civar semtlerden gelen çocukların da okuduğu, değişik, son derece kozmopolit, ilginç bir okuldu. Ve bu okulun harika bir yanı da vardı; "kredili sistem" denen şey tıkır tıkır işliyordu, seçmeli derslerin her birini 'gerçekten' kendi irademizle seçebiliyorduk, boş saatlerimiz gerçekten boştu, okuldan çıkıp canımız ne isterse yapabiliyorduk. 

İşte böyle boş günlerden birinde, koştur koştur okula dönüp "zorunlu" derslerimden birinin sınıfına, ilk olarak adımımı atıyorum: Lise 2, Din dersi.

Sınıf tıklım tıklım, en az kırk - elli kişi. Bir popoluk boşluk bulup oturuyorum, kimseleri tanımıyorum. Hoca giriyor,  ders başlıyor, adam bir şeyler anlatıyor. Gürültü falan yok ama herkes kendi aleminde, kimsenin hocayı dinlediği yok. Ben de sırtımı duvara yaslamış, elimdeki deftere bir şeyler çiziyorum... Sonra 'başka şeyler' kulağımı tırmalamaya başlıyor. Bir şeyler duydum sanki, ama doğru mu duydum?

Kulak kesiliyorum. Çünkü hoca bir  tuhaf konuşuyor gibi geliyor bana. Azıcık daha kulak kabartıyorum. İçimden şu geçiyor o anda:

"Şeriat mı övüyor bu adam ya?" 

Etrafıma bakınıyorum, kimsenin oralı olduğu yok. Yanlış duydum herhalde.

Yine de rahat edemiyorum, elimdeki çizimi bırakıp hocaya gözlerimi dikiyorum ve pür dikkat dinlemeye başlıyorum. 

Evet. Yanlış duymamışım. Adam düpedüz şeriat övüyor ve alttan alta Atatürk'e giydiriyor.

Şok oluyorum. Etrafımı kolaçan ediyorum tekrar, kimse duymuyor mu? Huuu, arkadaşlar! Bakın adam neler diyor yahu! 

Hemen elimi kaldırıyorum. Sınıfında söz isteyen birine alışkın olmadığı belli olan hoca, "Eh peki sor bakalım.." ifadesiyle bakıyor bana. Ne sorduğumu inanın hatırlamıyorum, sadece sınıftan birkaç kişinin "Aaa biri konuşuyor..." şaşkınlığıyla şöyle bir kafayı kaldırıp bana bakıp uyumaya devam ettiklerini hatırlıyorum. Bir de sorduğum şey üzerine hocanın bundan hiç hoşlanmadığını, bana müstehzi güldüğünü ve cevabı geçiştirmeye çalıştığını...

Ve o gün, o anda, başlıyoruz.

O sınıfa bir sonraki girişimden önce yine de şunu düşünüyorum: "Eylül, yanılmış olabilirsin. Hemen kabarma, adamı iyice bir dinle, dikkatle dinle..."

Dikkatle dinliyorum ve görüyorum ki, hiçbir şekilde yanılmamışım. Maalesef. Adamın söylemleri akıl alacak gibi değil. Nasıl olabilir bu? Gencecik çocuklara karşı, Atatürk portresinin altında üstelik...

O derste defalarca kalkıyor elim. Her defasında "Hah, pabuç dilli yine konuşacak" der gibi bakıyor adam bana, ama mecbur, söz veriyor tabii...

Adamın monologları, diyaloga dönüyor, hiç hoşuna gitmese de. 

Ben okuldaki "yeni kızım". İsmim son derece akılda kalıcı olmasına rağmen kimse beni Eylül olarak bilmiyor, tanımıyormuş ama henüz. Ve bazı kişilerin beni şu şekilde bellediğini duyuyorum.:):

"Din dersindeki kız."

Bir süre, biz hoca ile böyle atışıverirken, bir gün, bir derste, bir şey oluyor: Benden başka biri daha parmak kaldırıyor. Ve hocayı sıkıştırıyor. Sonra biri daha. Biri daha.

Haftalar içinde, o uyuyan miskin sınıf bir nebze uyanıyor ve benden başkalarının da söz isteyip fikrini belirttiği 'normal' bir sınıf haline geliyor. Hocanın sesi bir nebze kısılsa da kesilmiyor.

Ve, o ilk parmak kaldıranlardan bir kısmıyla ben arkadaş oluyorum. Ve başlıyoruz düşünmeye:

"Biz bu adamı ne yapacağız?"

Onlar lise üç, mezun olacaklar. Ben lise ikiyim, ama dönem sonunda benim de din dersiyle işim bitecek, adamı bir daha görmeyeceğim. Yine de içimize sinmiyor; çünkü, ya bizden sonrakiler? Onlar ne olacak? Bu adam tam bir beyin yıkayıcı!!

Ara tatile kısa zaman kala kafa kafaya verip düşünmeye başlıyoruz, çünkü dert oldu bu durum bize, mutlaka bir şey yapmalıyız. Sonuçta okkalı bir isimsiz mektup yazıyoruz, okul müdürüne. Evet müdür babamın arkadaşı ve evet kapısına gidip şikayet etmem çok kolay olurdu ama hiç etkili olmazdı. "Tamam canım kızım" der sallardı muhtemelen, sonra da o beni babama şikayet ederdi! Almayayım kalsın.

Kalemime sağlık, mektubu çok güzel döktürüyorum. Metinde hocayı ve söylemlerini şikayet ediyoruz düzgün ve açıklayıcı bir üslupla, çok rahatsız olduğumuzu da belirtiyoruz ama her şeyden önce üstüne basa basa şunu vurguluyoruz: "Biz mezun olup gideceğiz, kendimizi düşünmüyoruz, tek derdimiz bizden sonrakiler."

İnceden de aba altından sopa göstermeye çalışıyoruz kendimizce: "Bu hoca için gerekeni yapmazsanız, biz her türlü dernek ve yetkililerle bağlantıya geçerek  gerekenin yapılması için elimizden geleni ardımıza koymayacağız." Ki bu kuru bir tehdit de değil, gereken yapılmazsa nerelere müracaat edeceğimizi de düşünmüşüz hep. (Ah doksanlar, durumlar o zamanlar çok başkaydı tabii..)

Kısa süre sonra ara tatil başlıyor. 

Okul tekrar açıldığında ise bir değişik hava hissediyoruz etrafta. İnsanlar fısıldaşıyor gibi sanki. Muzur muzur. Gibi?... Ya da bize öyle geliyor, bilemiyorum, önemi de yok.

"Ne oluyor?" diye soruyoruz, "Hayırdır?"

 Diyorlar ki: "Din hocası gönderilmiş. Şikayet etmiş 'birileri'..." 

"Ya öyle mi?" diyoruz. Bakışıyoruz. "Hayırlısı olsun." 

(Bir süre sonra hocanın İstanbul'un en iyi Anadolu lisesine gönderildiğini öğreniyoruz ve küçük bir şaşkınlık yaşıyoruz. Sonra ben o okulda okuyan yakınımı arayıp durumu bildiriyorum ve bana diyor ki: "Eylül hiç endişelenme. Burada o şekilde söylemlere girmeye cesaret dahi edemez." Gerçekten de öyle oluyor. Çok rahatlıyoruz.)

Sonradan, bunun muhtemelen tek bir mektupla olmadığını, ama bu mektubun bardağı taşıran son damla olmuş olabileceğini düşünmüşümdür. Evet o sınıf başta oldukça pasifti ama hocanın söylemlerine maruz kalan tek sınıf da değildi kuşkusuz. Ve bunlar öyle sıkıntılı söylemlerdi ki, başkaları tarafından da zamanında şikayet edilmiş olması çok olasıydı. Biz, belki minik bir damla olduk ama sonuca etkimiz büyüktü, önemli olan da bu idi.

.. DÜNDEN BUGÜNE.. 

Ve bugün ben bir eğitimciyim. 

Yüzlerce öğrencim oldu. Kalanlar, geçenler, oraya buraya gelenler, şurada burada işe başlayanlar, başlayamayanlar... Görece başarılı olanlar, görece başarısız olanlar... Ah o göreceler...

Nerede çalışacakları, kaç para maaş alacakları, hangi ünvanları oralarına buralarına yapıştıracakları ise hiç umurumda olmadı. Umursadığım tek şey şu idi: 

"Gerektiğinde, büyük ya da küçük; 'o damla' olabilecekler miydi?"

Benim dersimde dahi. Bana karşı dahi.

 Bana "Hayır hocam, o öyle değil, böyle!" diyebilecekler miydi?

"Dersinizde sıkılıyoruz, keşke şöyle olsa, daha mutlu olurduk..." diyebilecekler miydi?

"Yanlışsınız hocam, doğrusu bu olmalı.." diye parmak kaldırabilecekler miydi?

Ben böyle öğrenciler istedim hep.  Ve böyle öğrenciler yetiştirmek için elimden geleni yapmaya çalışıyorum hala. Kurusıkı asilik ya da saygısızlık olmadığı sürece; soran, merak eden, kurcalayan, ama ama? diyebilen öğrenciler.

Bana bir şeyler sorduklarında cevabı bilmiyorsam; "Bilmiyorum, hadi beraber öğrenelim!" diyebildiğim, beni geliştiren, büyüten gençler istiyorum.

Ben; Ölü Ozanlar Derneği ile büyümüş, onunla ağlamış, coşmuş, evrilmiş, onu tüm hücrelerine kadar içine çekmiş bir insanım yahu! Benden daha ne beklenir ki?

Mükemmel değilim, asla da olmayacağım. Çünkü mükemmel insan diye bir şey yok. Ama olduğum, olabildiğim kadarını sonuna kadar, gücüm yettiği kadar onlarla paylaşmaktır amacım; onlardan da tek beklentim dürüst, azimli, merhametli, medeni, çalışkan ve çalışkan oldukları kadar hayatın tadını da çıkarabilen ve o hayatın içindeki her varlığa saygılı temiz bireyler olmalarıdır.

Onlardan istediğim; ellerinden geleni yapmalarıdır, her konuda. Olabildiği kadar.

Haklarını savunmalarıdır, ne pahasına olursa olsun.

Düşmekten asla ama asla korkmamaları; çünkü düşüşten sonraki doğrulmanın en kıymetlisi olduğunu her zaman bilmeleridir.

Ve susmamalarıdır. 

Hani vardır ya bir şeyler, içine sinmez, doğru değil bu dediğin, içini gıdıklayan... İşte o durumlara düştüklerinde ya da tanık olduklarında, SUSMAMALARIDIR.

Eğer bunları biraz da olsa aşılayabilirsem ben çocuklarıma, işte o zaman iyi bir eğitimci olabilirim ancak, tüm ünvanlardan bağımsız olarak... Başka türlü, sadece bilgi aktarıcı olurum ki bunun da zerre değeri yok benim için...

Onlar için de olmasın.

Benim güzel çocuklarım, 

Hep mutlu, hep dürüst, hep merhametli ve hep coşkulu olun. 

Ve asla ama asla aşağıya bakmayın. Kafanız, yüreğiniz hep dik olsun.

Yüzünüz, ruhunuz hep ileriye dönük olsun.

Sonrası her şekilde çözülür, hallolur, inanın.

9 Aralık 2020 Çarşamba

MÜKEMMEL (!)



Ne mükemmel bir insanım ne de mükemmel hayatların varlığına inanırım.

Üstelik mükemmel olma çabası ya da baskısı altında, hayata dair pek çok güzelliği, mutluluğu kaçırdığımızı, ıskaladığımızı düşünenlerdenim..

Ve ayrıca mükemmellik nedir, neye ve kime göre mükemmel olunur?

O kadar değişken, o kadar görece bir durum ki bu.

İşte bu sebeple, mükemmel olduğunu düşünen insanlara - bazen suratlarına, bazen de içimden - pek bir gülerim!


Bazılarına (!) sorarsın: "Beğenmediğin yönlerin neler?" 

Gelen cevaplar genellikle şöyledir:

"İnsanlara hak ettiklerinden fazla değer verip seviyorum..."

"Herkese çok iyi davranıyorum, karşılığını alamıyorum..."

"Fazla sevme sorunu var bende..."

"Herkesi kendim gibi 'şahane' sandığımdan hayal kırıkları yaşıyorum"

"Aşırı çalışıyorum..."

"Çok hassas ve duygusalım..."

"Fazla iyiyim ben..."

Yavrum benim. 


Bir kişi de demez ki:

"Çok sinirli ve agresif bir insanım ben."

"Tembelin tekiyim"

"Çok üşengeçim" 

"Erkeğimi / kadınımı mutlu etmede sıkıntılarım var."

"Kumara bayılıyorum."

"İt gibi içiyorum."

"Çok yalan söylüyorum."

"Sevdiklerimi boş yere kırıyorum"

"Başka kadınlara / erkeklere fıldır fıldır bakıyorum.."

"Baca gibi sigara içiyorum"

"Sokağa tükürüyorum" 

"Eşimi / çocuğumu çok seviyorum ama bazen bir kaşık suda boğasım geliyor"

Bunları duymayız kimseden. Yalan mı? Çünkü herkesin 'en kötü yönleri' nedense hep 'fazla iyi' oldukları taraflarıdır.

Ah ah.

.. DERSİN ..

İşinde mükemmel olma gayreti içinde 7/24 çılgınlar gibi çalışırsın, kariyer basamaklarını beşer onar atlarsın. Ünvan üzerine ünvan kazanırsın, maaşını katlarsın, etiket üstüne etiket biriktirirsin... En güzel, en son model araba, en gösterişli ev sendedir, kolunda en pahalısından saat, en markalısından gömlekler, elbiseler...

Ama o arabayı sadece evden işe gitmek için kullanır, o eve girince, pahalı gömleğini sıyırır, duşunu alır, meşhur saatine şöyle bir bakar, "Bu gece ne yapsam?" der ve sonra, ağzından yanağına salyan akarak kanepede uyuya kalırsın. 

Mükemmel eş / sevgili olmaya çalışırsın. Erkeğini / kadınını mutlu etmek, tatmin etmek için, birlikte bir rüyayı yaşayabilmek için pervane olur, kendini o kişiye adar, bu sebeple dostlarını ihmal edersin. Sonra rüya kadın / adamın aslında kabus olduğunu dank ettiğinde, dertleşmek için "Alo" diyebilecek tek kişi bile bulamazsın.

Evladına en mükemmel ebeveyn olmak istersin, hayatını onun üstüne kurarsın, onu fiziksel ve ruhsal en iyi şekilde beslemek uğruma, hem kendinin hem eşinin ruhsal ve fiziksel beslenme ihtiyaçlarını rafa kaldırırsın... Sonra da suçu evliliğe atar, "E ama evli olunca böyle, evli olunca şöyle..." dersin...

Çok eğlenmek, coşmak istersin, bardan bara, klüpten klübe koşayım, nerede akşam orada sabah, hayatın tadını çıkaran kişi ben olayım dersin... Sonra neden uykumu alamıyorum, neden hep çok yorgun bir insanım...

Ohh evim gibisi yok der ama bir gün gelir, "Çok bunaldım, niye hiç çıkmıyoruz ki?" diye isyan edersin.

Uçkur ve skor peşine kişiden kişiye atlar, muhteşem seksler yaşar, ertesi gün yanındaki boş yastığa bakıp, "Keşke sarılıp uyuyacağım bir kadınım / adamım olsa" dersin.

Sarılıp uyuduğun kadının / adamın vardır, "Nerede ah o eski günlerimiz, ne kadar monotonlaştık..." dersin. Neyi özlersin eski günlere dair bilemeyiz ama dersin işte.

Hep dersin, deriz, derler.

.. DENGE ..

İşte bu yüzden çok gülüyorum "Mükemmelim!" diyenlere, kimse kusura bakmasın, hadi oradan diyorum. Çünkü gerçekten, yok öyle bir şey!  

Peki, mükemmel olmamak, mükemmel hayatı yaşamamak çok mu kötü?

Ne münasebet! 

Hatta nefis bir durum bence.

Çünkü ne kadar mükemmel olmaya odaklı yaşarsan, yani 'gerçekte mümkün olmayanın' peşinde koşarsan; hataların, başına gelenler, yaşadığın her sıkıntı bir o kadar canını acıtır, savurup atar seni, allak bullak olur, parçalanırsın. 

Ne kadar çok şablonun varsa hayata dair, bil ki o kadar çok hayal kırıklığı gelecek.

Kırklı yaşlarıma girdim ve hala nasıl da hatalar yapıyorum. Bazı durumlarda "Of çok fena oldu ya..." diyorum, bazılarına da "İyi ki..." Ama artık çok biliyorum ki, 'zamanı geldiğinde' o çok fenalara da iyi ki diyeceğim.

Çünkü en iyi şu, en bu olmaya değil, değişmeye, gelişmeye inanıyorum. Gerek kendi içimdeki, gerekse hayata dahil olan irisinden ufağına tüm güzellikleri görmeye ve onlara tutunmaya inanıyorum. 

Hatalara, tüm kalbimle inanıyorum. Onlardan daha muhteşem eğiticiler var mı?

.. MÜKEMMEL SENE ..

Her aralık ayında genelde etrafımdan şunu duyuyorum:

"Ne b.ktan bir seneydi bu ya! Bir an önce bitsin!"

1995, 2000, 2007, 2014, 2020, fark etmiyor, hep aynı laf! Hep bir geçmiş seneye sövme hali, ondan kurtulma isteği, yeni senenin muhhhteşem olacağı sanrısı!

Canım benim.

Ve ne oldu?

Hayat bize 2020'yi verdi. 

Pandemi ile yüzleştiğimiz inanılmaz bir sürece girdik, her şeyin gerçek anlamda tepetaklak olduğu ve ölümün hepimiz için kapı arkasında olabileceğini anladığımız bu acayip dönemde herkes hayatını, sahip olduklarını, en önemlisi de özgürlüğün aslında ne demek olduğunu sorgulamaya başladı ve bitişlerinde hep sayıp sövdüğümüz 'o eski seneler' nasıl da kıymetli oldu değil mi?

"Ah eskiden ne kadar mutluymuşuz, özgürmüşüz, rahatmışız, şuymusuz, buymuşuz da, kıymetini bilememişiz!"

Niye bilemedin, pardon?

Seni tutan mı vardı?

Yoktu.

Sen sadece başka şeylerin peşindeydin, o kadar.

.. DEĞER ..

Sene 2003, fakülteden mezun olmamıza birkaç ay kalmış, dersler bitmiş, diploma projemiz başlamış, sınıflarda çalışıyoruz, arada hocalarımız gelip kontrol ediyor, asistanlar da 'yıldırım baskınlar' yapıp spontan şekilde yoklama alıyor. Herkeste bir gerginlik, bir telaş. Ve bizim şahane bir kız grubumuz var, hala her birini çok sevdiğim, o zamanlar birlikte çok eğlendiğimiz. Onlara bu süreçte ara ara şunu dediğimi hatırlıyorum:

"Kızlarr, bitiyor bitiyor! Ne yaparsak yapalım bir daha bu okula, bu güzel günlere dönemeyeceğiz, bunlar burada son zamanlarımız. Lütfen bunun farkında olup şu anların tadını çıkartalım! Bu günleri harcarsak ileride çok özleriz ve pişman oluruz!"

İşte bu sebepledir ki, kızlarla o son haftalarda yaşadığımız her an, arka bahçede içtiğimiz biralar, asistan geldi haberini alıp tatlı bir panikle yukarı koşturmalarımız, o bahçede son son atılan tüm kahkahalarımız, 'derin' sohbetlerimiz, benim için, alacağım mükemmel nottan çok daha değerli oldu. Çünkü o günlere dönüp baktığımda sıcacık ve keyifle hatırladıklarım onlar.

Tabii ki her daim anın tadını alabilen biri olabilmek mümkün değil ama hayatta başıma gelen her şey beni bu konuda biraz daha başarılı bir insan haline getirdi. Ömrümün hiçbir döneminde her konuda %100 mutlu, %100 huzurlu, %100 hatasız olamayacağımı bilmek ve sindirmek bana hayatın en güzel hediyesi oldu.

'En iyi bilmem ne' peşinde koşturmak yerine o şahane "anları" yakalayabilmek, çok canım yandığında bile geçecek diyebilmek, feci saçmaladığımda dahi bundan kendimce (bu kendimce kısmı önemli) ders çıkarabilmek ya da canım istemiyorsa çıkarmamak, kitap alacağım diyerek cüzdandan çıkardığım kredi kartıyla şeytana uyup (!), o an sıkışık olduğum halde İtalya uçak bileti alabilmek, planlar bozulduğunda yerine çat diye yenisini koyabilmek (ki eskiden hiç yapamazdım), ya da kendi planımı kendim çat diye bozup değiştirebilmek, hava güneşli diye dışarıya çıktığımda tepeme iniveren sağanağa iki dakikada uyumlanmak, evet beni belki mükemmel insan yapmıyor ama inanın, hayatıma bolca mükemmel an ve anı katıyor.

Geleceğe dair hem iş hem özelde, kısa ve uzun vade hedeflerim var. Bunların bir ya da birkaçının bana bağlı olarak ya da olmayarak sekteye uğraması ihtimali de her zaman var. Artık bunun bilincinde olmak paha biçilemez.

İşte bu sebeple ben, pandemi sürecinde "Şunu, bunu niye daha fazla yapmadım ki, aklım neredeymiş?" diyenlerden değilim çok şükür.

Bunu söyleyenlerin çoğunun da ya sıradan (!) anlarının değerini bilemeyenler ya da mükemmel peşinde koştukları için ikinci plana attıkları arzularını ıskalayanlar olduğunu görüyorum.

Ve, "Sonra yaparım nasılsa..." diyerek kenara itilen o arzuları / planları, bu süreçte nasıl çılgınca özlediklerini de... Ve nasıl pişman olduklarını da.

.. GEL BAKALIM ..

Şimdi başımızın belası 2020'ye tekmeyi savurmaya az kaldı ya, herkes kollarını açmış yeni seneyi bekliyor, sanki her şey harika olacakmış gibi, 2021 ilahi bir kurtarıcıymış gibi.

Sesli güleyim mi burada? Tamam, gülüyorum. :)

Hayır arkadaşım, 2021, 2020'den daha iyi olmayacak. Pandemi bitmedi - üstelik coşuyor - , iş / özel hayatında çözdüğün şeylerin yerine başka sorun ve sıkıntılar gelecek, yine çok ağladığın günler olacak, bazen saçını başını yolacaksın. Ve gelecek aralık ayında yine kollarını açıp, bu sefer "Canım 2022, ne olur bir an önce gel!" diyeceksin.

Öyle değil mi?

İçindeki acı /mutluluk dozları evet seneden seneye değişebilir ama hiçbir sene kötü değil, pis değil, kaka değil. Çünkü tüm o zorluklarla beraber gelen olağanüstü güzel, büyülü, sıcacık, şahane anlar da barındıracak yeni sene.

Hep olduğu gibi. Ve hep olacağı gibi.

Peki biz o senenin keşke'lerine mi döneceğiz yüzümüzü? 

Yoksa ne olursa olsun, iyi ki'lerine mi?

18 Kasım 2020 Çarşamba

Bugün Salı

Şu anda, tam şu anda, monitörüme ve yazdığım bu kelimelere, şaşkınlıkla, biraz da alnımı buruşturarak bakıyorum. Aslında biraz değil, oldukça buruşturuyorum alnımı sanırım şu anda.

İki dakika önce, balkondaydım. Zaten çalışmadığım zamanlarda genelde balkonda oluyorum. Ya da şanlıysam kanepemde. Ama bu gece yine balkondaydım işte. Pek de şanslı değilmişim demek ki. Niyeyse.

Sürekli yazıyorum. 

İçimden, dışımdan, sağımdan, solumdan geçen, bana değen, çarpan, düşüren, kaldıran, teğet geçen ya da geçemeyen her şeyi, yazıyor da yazıyorum çok uzun zamandır. Hep defterlere. Kağıttan sayfalara. Kalemlerle.

Kaç defter, kaç kalem bitti saymam, hesaplamam artık mümkün değil.

Hep kendi kendime, kendi içime akıyor tüm o kelimeler. Aylardır, belki yıllardır.

Ama bir de burası var.

Tam burası.

Yıllardır yazdığım kelimelerin birileriyle buluştuğu yer. Kiminle, ne zaman buluşuyor bilmiyorum. Ama çok kişiyle buluştuğunu biliyorum. 'Bir anda' içimden geçiverip buraya dökülüveren cümlelerim...

Teşekkür ediyorum okuyanlara, yıllardır.

Teşekkür ederim sana, eğer tam şu anda bunu okuyorsan. Hoşgeldin.

Ve..

Ben de hoşgeldim. 

En büyük teşekkür belki de bana. 

En azından bu gece bana, burada olduğum için. Olabildiğim için.

.

.

Balkondan kalkıp salona geçtiğim, geçebildiğim için.

Balkonda mutluydum oysa bu akşam. Her zaman olduğum gibi.

Hava çok serindi ama keyifliydim, hırkama ve polarıma sarınmıştım, bulutları uğurlamış, akşamı geceye çevirmiş, bir bira açmıştım.

Çok çalışmıştım çünkü bugün. 

Yine.

Gözlerim cızırdarken paydos etmiş, kanepede Netflix yaparım derken, balkon masama vuran güzelim güneşi görmüş, bir anda, maskemi takıp markete koşturmuş, spontan şekilde birkaç tane bira kapıp, balkona kurulmuştum.

Eskiz defterimi ve kalemlerimi de çıkarmıştım yanıma, bir iki çizik atmanın dışında bir şey yapmayacağımı bile bile.

Yapacağım tek şeyin, elimde o bira ve kulağımda 'o müziklerle' bulutlara bakarak günü batırmaktan ibaret olduğunu bile bile.

Sonra da arkadaşlarımla yazışacağımı, telde - belki de saatlerce- konuşacağımızı ve hep beraber alayına saydıracağımızı bile bile.

Dostlarımla konuşmak, dertleşmek iyi geldi. Her zamanki gibi.

Diğer yandan, günlerdir tarifsiz bir doluluk içindeydim ben. 'Dim' demeyeyim, çünkü geçmiş değil.

Nedeni, niyesi çoğunlukla 'pandemi ve gelecek' kaynaklı, içime dolan, bazen içimden taşan bazen de boğazıma tıkılıp kalan bir acayip sıkışıklık. Belirsiz.

Ve yazmak istedim. Yaza yaza akıtmak istedim.

Defterlere değil. 

Buraya.

Ama içimde dolan o ne idüğü belirsiz şeyi akıtmak da değildi ihtiyacım olan, sadece, salt, yazmaktı. Konudan, gündemden, iç sıkanlardan bağımsız, sadece 'bir şeyler' yazmak...

Yapamadım. 

Hep bir konu üzerine yoğunlaşmaya çalıştım sanırım. Malum, şu ya da bu, "yazı konusu"! 

Mükemmel peşinde koşan insanlara duyduğum alaycı tavır, işte gelip benim popoma şaplak (şaklak mıydı, neyse) patlattı sonunda.

Planlamaya çalıştığım, hayal ettiğim, olmasını kurguladığım yazıyı/yazıları yazana kadar, geçti vakit, gitti zaman, puf!

Geçmiş olsun.

Ama ben yazmak istiyorum.

AMA BEN YAZMAK İSTİYORUM.

Konusu planlanmış yazıları beklemeden de akmak istiyorum. Çünkü buna ihtiyacım var. Buna neden bunca ihtiyacım olduğu, belki başka yazı konusu olabilir. Olacak da.

Ama işte şimdi, bu gece, balkondan kalkabildim. 

Bilgisayarımın başına oturabildim.

Biramı aldım yine yanıma. Kedim arada gelip bana sürtünüyor. Kulağımda yine Pinhani.

"Şu anda, tam şu anda, monitörüme ve yazdığım bu kelimelere, şaşkınlıkla, biraz da alnımı buruşturarak bakıyorum." diye başlamışım yazıya çünkü ne yazacağımı bilmiyordum.

Şimdi, bilgisayarımın başından mutlulukla kalkacağım. 

Edebi bir metin mi döktürdüm buraya? Hayır.

Ama haftalardır içimde sıkışıp kalan düğümü çözdüm, o olsun, bu olsun, mükemmel olsun demeden, işte içimden ne geldiyse döktüm.

Zaten bugün de öyle vasat, sıradan bir salı gecesi değil mi?

Cumalara, cumartesilere alkışlar tutulan şu hayatta, gariban salıdan ne beklenir ki.


19 Eylül 2020 Cumartesi

DİN-LEN-MEK...

 


Son zamanlarda kafama sık sık takılan bir şey var.

Neredeyse hepimiz şu ya da bu şekilde bir hayat gailesinin içindeyiz. Sevdiğimiz ya da sevmediğimiz işlerimiz var, çalışıyoruz, para kazanıyoruz, koşturuyoruz... Farklı farklı da olsa hayallerimiz, uzun ya da kısa vadede hedeflerimiz var. Arzularımız, isteklerimiz var. Ve hayatımızın hatırı sayılır bir kısmı bunları elde etmek ya da olanı elde tutmak için çabalamakla geçiyor.

Peki acaba tüm bu süreçte biz, ne kadar dinlenebiliyoruz?

Evet, senelik izinlerimiz var. Bayram tatillerimiz ya da yaptığımız işe göre değişecek şekilde oradan buradan 'koparabildiğimiz' kaçamak boş zamanlarımız, akşamları eve geldiğimizde kendimize, ailemize ayırabildiğimiz sınırlı saatlerimiz ve bir de haftasonlarımız var. Yani aslında pek çok tatilimiz var ve çoğumuz kullanıyoruz da bu haklarımızı.

Peki bize verilen bu haklar içinde, biz gerçekten hak ettiğimiz şekilde, kaliteli dinlenip rahatlayabiliyor muyuz?

Yoksa, bize dayatılan o süreler zarfında, "Dinlenmem lazım, dinlenmem lazım!" şartlanması içinde, zihinsel olarak daha mı çok koşturuyoruz?

Çalışmayı çok seven, üstelik elinde sevdiği bir proje varsa, sabahlar olmasın şeklinde aşkla işine kapanabilen, saatleri unutan bir insanım. 

Diğer yandan asla bir işkolik değilim, tatil denen boş zaman dilimine bayılan, her boş anının tadını doyasıya çıkarmaya çalışan biriyim. Peki acaba bunu ne kadar başarabiliyor(d)um, ne kadar başarabiliyoruz?

.. ME IN QUEUE ..

"Me in Queue" adında kısa bir animasyon izlemiştim taa ne zaman önce. İki vezne kuyruğu olan bir ortamda, karakterimiz tam ortada durmuş, hangi kuyruk hızlı ilerleyip kısalıyorsa onun arkasına geçiveriyor. Ama şansına, o kuyruk değiştirdiği anda diğer kuyruk hızlı akmaya başlıyor. (Murphy'ye selam olsun.) Bu zavallıcık da bir ona, bir diğerine geçerek helak oluyor ve sonunda o ulaşamadan, mesai saati bitiyor ve iki vezne de kapanıyor. Çok gülmüştüm bu sevimli animasyona ve - maalesef - "Aha, aynı ben yahu!" demiştim. :)

İşte ben, boş zamanlarında ya da tatillerde bazen bu Me in Queue karakterinin kafasına girdiğimi fark ettim. 

- Oh harika, tamamen bana ait kocaman bir günüm var, bol bol kitap okuyayım..

- Hmm.. Ya da dur, şu bir türlü başlayamadığım üç saatlik film vardı ya, fırsat bu fırsat onu izleyeyim...

- Gün içinde bir iki saat uyumak da fena fikir değil. Ama... Vakit kaybı mı?

- Ayy, yok yok, ben biriken fotoğraflarımı editleyeyim en iyisi...

- Ya da hazır boşken, eve mi bir el atsam? Dingo'nun ahırına döndü...

- Hava da pek güzel, ne yapsam, eve kapanmayıp, şöyle boğazda güzel bir yürüyüş mü yapsam?

- Aa hazır boşken, şöyle mis gibi çeşit çeşit yemekler mi pişirsem? 

- Hmm çeşit çeşit yemek demişken, acaba koşu bandına çıkıp adamakıllı egzersiz mi yapsam?

Bir de bunun Bodrum versiyonu var:

- Sevgili balkonumdayım ne güzel, yayılıp manzarayı seyredeyim saatlerce...

- Ay ama deniz de süt gibi bugün, aşağı inip bütün günü kumsalda mı geçirsem?

- Işık da şahane aslında, fotoğraf çekmeye mi çıksam?

- Yok yok, sahil boyunca yürüyüş yapayım en iyisi, dün de çok yedim zaten, eritirim..

- Ama denize girmek de istiyorum. Ama balkonda kitap okumak da istiyorum. Ama fotoğraf çekmek de istiyorum. Ama ama ama...

İmdat!!!

Hadi bakalım, karar vermeye çalışarak geçti gitti koca bir saat. Ve bunlardan birine karar verdim, başladım diyelim. Bitti mi? Bitmedi! Çünkü o karar verdiğim şeyi yaparken aklım çağanoz çağanoz, vazgeçtiklerime kaymaya başlıyor. "Ay o film de çok güzeldi, izlese miydim? Hava da mis hakikaten, çıksa mıydım ya? Hmm.. Pöf!.."

Önce karar vermeye çalış, karar verdikten sonra da aklın diğerlerine gidi gidiversin, elindekinden de yeterli keyfi alama. Sonra ne oluyor? Vezne kapanıyor. O kıymetli tatil günü bitiyor, puf! Geçmiş olsun.

Uzun süre böyleydim. Senelerce belki. Şimdi sorarım size, insan bu şekilde gerçekten verimli dinlenebilir mi? Mümkün mü bu? 

Değil tabii ki..

Baktım olmuyor, bu konuda kendimi terbiye etme sürecine girdim. Sürekli kendime şunu hatırlatmaya başladım:

"Ne yapıyorsan yap ama tadını çıkartarak yap. Ve sadece 'onda' kal"

Başardım mı? Büyük ölçüde. İnsanız tabii, robot değiliz, ama başardığım kadarı bile bana çok iyi geldi.

.. ÇEMBERİN DIŞINDAKİLER? ..

Fakat işin başka bir noktası daha var, hatta belki de en önemli noktası.

Tamam boş zamanımızda ne yapacağımıza karar verdik ve 'onda kalmayı' da başardık, harika.

Peki acaba biz, hepimiz, bu kıymetli boş zamanlarımızda gerçekten yapmak istediklerimizi mi yapıyoruz?

Hayatın ya da birlikte olduğumuz kişilerin, farkında olmadan da olsa bize dayattıklarını ya da "Dinlenirken şunlar bunlar yapılır!" diye yıllar boyu kodlandıklarımızı ya da başka türlüsünü sorgulamadığımız için halihazırda elimizde olanları mı yaşıyoruz?

Koskoca bir yıl deliler gibi çalışıp, sonra bir iki haftalığına tatil köylerine kapanıp, belirli saatlerde yemek yiyip, belirli saatlerde denize girip, aslında başkalarının hazırlamış olduğu zamanlamaya uymaya çalışarak, GERÇEKTEN ne kadar dinlenebiliyoruz?

Haftasonlarında ya da akşam eve döndüğümüzde, kanepede uyuyakalmadan önce eşimizle, sevgilimizle, çocuğumuzla ya da tek başımıza geçirdiğimiz o birkaç saatlik zamanda, evet mutluyuz, evet sevdiklerimiz yanımızda, evet stresli günün ardından ayaklarımızı uzatabilmişiz çok şükür ve bu gerçekten çok güzel, ama yeterli mi? Gerçekten arzu ettiklerimizin hepsi, gerçekten bu kadar mı?

Yoksa bunlar sadece gerekenler mi? Bir şekilde idare ettiklerimiz mi? Bize öğretilenler mi? Annemizin ya da babamızın ya da eşimizin ya da bilmem kimin istedikleri mi?  

Gözlerimizi kapatıp, kendimize dürüst olarak: "Bunların dışında başka ne yapmak isterdim? Neleri kaçırıyorum şu hayatta? Vaktim olsa şunu da yapmayı çok isterdim dediğim şeyler yok mu? Ve benim buna gerçekten vaktim yok mu?" diye sorduğumuzda, kendimize vereceğimiz cevapların aslında ne kadar da kıymetli olduğunu neden düşünemiyoruz?

Neden bir anlığına da olsa durup bunu kendimize sormaktan kaçınıyoruz bu kadar? Yoksa korkuyor muyuz? Alıştığımız rehavetin, saat gibi işleyen o düzenin dışına çıkmaya, icat çıkarmaya çekiniyor muyuz?

Bu sebeple mi vaktim yok, param yok, şunum yok, bunum yok bahanelerinin ardına sığınıp, rutininin içine sıkışıp kalmış, düz adamlar, düz kadınlar olarak, birbirinin tekrarı günlerin içinde yaşayıp gidiyoruz?

Öyle çok paralara bakmayan, aslında son derece basit ve erişilebilir ama niyeyse hayat koşturmacasından bir türlü yapmaya, hatta yapılacaklar listesine bile almaya fırsat bulamadığımız ve yapsak inanılmaz mutlu olacağımız, bize, ruhumuza çok iyi geleceğini bildiğimiz şeyler yok mu?

Benim için var.

Ve eminim ki hepimiz için vardır.

"Bugün hayatımın son günü olsa, neleri yapmadığıma pişman olurdum acaba?" sorusuna vereceğimiz kim bilir  ne çok cevap var. Ve bunların çoğu da para pul istemeyen, kendisi minik, hazzı kocaman şeyler. "Vaktim yok, önce şunu yapmalıyım, eşim/sevgilim istemez, şundan sonra, bundan sonra yaparım..." kabuğunu kırıvermeye bakan şeyler.

Ve eğer bu kabuğu kırıp da yapabilirsek, hayatımızdaki herkes bir yana, sadece kendi içimizle, kendi ruhumuzla mutlu olup, bizi gerçekten dinlendirecek şeyler.

Hadi düşünün bakalım. Gözlerinizi kapayın, sürekli omzunuzda oturan ve kulağınıza: 

"Ee tabii milletin tuzu kuru! Onların vakti var. Paraları var. Onlar bekar. Onlar evli. Onlar rahat. Onların kendi işi. Onlar vurdumduymaz. Ben sorumluluk sahibiyim. Benim param yok. Benim vaktim yok. Benim param var ama vaktim yok. Benim vaktim var ama param yok. Şunum var ama bunum yok...." türevli önyargı ve bahane cümleleri fısıldayan o sinsi iç seslerinizi bir susturun. 

Ve şu basit cümleyi kuruverin:

"Yapmak isteyip de ertelediğim / yapamadığım ama aslında bal gibi de yapabileceğim neler var? Yapsam nasıl hissederim?"

Kimsenin maddi durumu, vakti, şusu busu eş değil evet ama herkesin mutlaka yapmak istediği ve üstelik ulaşabileceği halde kenara attığı, kısacası milyon bahane ile gündelik çemberinin dışına itiverdiği ve kaçırdığı mucizevi güzel şeyler vardır.

Bu soruya dürüstçe ve cesaretle cevap verebilmek; bence hayatlarımızı daha da güzel hale getirebilmek adına ve ne olursa olsun kendimiz için bir şeyler yapmanın hazzına ulaşmak adına ellerimizde tuttuğumuz en güçlü anahtar.

Çünkü biz gerçekten mutlu olmazsak, kimi, nasıl ve ne kadar mutlu edebiliriz ki?


Tüm kalbiniz ve ruhunuzla dinlenebildiğiniz günler dileğiyle.

16 Eylül 2020 Çarşamba

PANDEMİDE BODRUM: Ben ve Diğerleri



Çok tuhaf. Çok ilginç.

Hani bazı durumlar olur, şöyle bir durur, gözünü hafifçe kısar ve "Bu nasıl bir şey? Bu olanlar 'gerçekten' gerçek mi?" dersin ya, işte tam da öyle bir şey.

Ömrün boyunca aşina olduğun, alıştığın bir şeyi, bambaşka bir formda yaşıyor olmanın komikliği, inanılmazlığı ve tabii en çok da şaşkınlığı.

Mart ayından beri bunu, belki farklı şehirlerde, farklı koşullarda ama hepimiz yaşıyoruz. 

Ve ben, Mart - Ağustos arasındaki sıkı İstanbul karantinamdan sonra, bugün itibariyle tam bir aydır Bodrum'dayım. Şehirde bu acayip duruma bir nebze alıştıktan sonra, birden yine bu acayip durumun yazlık fazına geçiverdim. Peki, tüm bu süreçte, yazlık bir beldede yaşamak nasıl bir şey?

.. HER ŞEY AYNI, HER ŞEY FARKLI ..

Sokaklarıyla, deniziyle, doğası, havası, suyuyla, güzelim Bodrum... Benim kaçış noktam, her daim iyileşme, güçlenme, yenilenme, şarj olma yerim. 

Bodrum'da tatil, yani ruhumun, bedenimin, zihnimin 'rahatlama' durumu..

Ve içinde bulunduğumuz süreçle birleşerek, hemen beynimde beliren şu soru: 

"Tatilde rahatlık tam olarak nedir?"

Bir yıl boyunca görmediğin sevdiklerinle şöyle en kocamanından kucaklaşıp öpüşmek, burun buruna girip birbirine koca yılın havadislerini aktarmak saatlerce, bazen aynı şişeden bira içmek, "Ayy canım benim yaa nasıl özlemişimm" deyip, sohbetin ortasında şap diye tekrar öpüvermek mesela?

'Ayakkabı çıkarmak' diye bir kavramın olmadan eve dalıvermek, denizden döndüğün tuzlu giysilerinle duş öncesi kanepeye şöyle bir yarım saat yayılabilmek... 

Kumsalda yatarken yüz üstü uyuya kalmışsın, havlun sıyrılmış, çıplak yüzüne temas eden şezlongun izi yanaklarında belirmiş, buna tatlı tatlı gülüvermek mesela...

Elim nereye değdi diye pek de düşünmeden, çantandaki şeftaliyi çıkarıp iştahla mideye indirebilmek belki...

Koca bir kış boyunca çok özlediğin o sevdiğin mekanlara girmek, keyfince yayılıp yiyip içmek, minderlere özgürce gömülebilmek, upuzun saçların oraya buraya yayılırken, aynı fıstık tabağına ellerini daldırabilmek, kafanı arkadaşının omzuna yaslayabilmek, sonra gece geç vakit eve geldiğinde, "Amaan çok uykum var, sabah duş alırım..." deyip, cup yatağa atlayıp ikinci dakikada uykuya dalabilmek...

Çarşıda pazarda, sokaklarda, tüm kasların gevşemiş halde aheste aheste gezmek, istediğin her şeye dokunabilmek, yolda karşılaştığın arkadaşa,"Oo kimleri görüyorum!" diyerek sarılabilmek.. Sonra o kişiyle, "Hadi gel bir kahve içelim.." deyip, o öğlen kahvesini spontan şekilde akşam biralarına bağlayabilmek, nerede olduğunu, etrafında kaç kişi olduğunu, yan masaların sana ne kadar mesafede olduğunu aklına bile getirmeden, gamsızca sohbet edebilmek.

Bunlara alışmış olmak, bunları yıllardır hep yapıyor olmak, 

Ama artık asla yapamamak.

.. "PANDEMİDEYKEN..." ..

Haziran ayında geçilen yeni normal'deki yeni'nin, pek çok kişi için sadece bir kelimeden ibaret olduğunu, insanların nasıl da rahatça eski normallerine döndüğünü ve yeni olan tek şeyin mecburen takmak zorunda oldukları maskeler olduğunu dehşetle fark edenlerdenim.

Benim gibi olan çok kişi var (çok şükür) ama bizim zıddımız çok daha fazla kişi var, maalesef.

Geçerken görüyorum ki barlarda, kafelerde insanlar dip dibe, sarmaş dolaş, maske desen hak götüre. Olanın da ya çenede ya bilekte. Tamam yiyip içiyorsun, çıkaracaksın ama masalar neredeyse bitişik. 

Plajlarda, özellikle beach club'larda millet birbirine yapışık haldeymiş, bu sebeple pek çok club mühürlenmiş.

Sabah 11 gidiş, akşam 6 dönüş şeklinde her gün balkonumun önünden geçen tur tekneleri vıcık vıcık, üstelik dans edip göbek atan atana!

Markete paldır küldür maskesiz dalıp, uyaran görevlilere kafa tutan mı dersin, maskesiz şekilde yol tarifi sormaya çalışıp, ay dur yaklaşma dediğinde sana uzaylıymışsın gibi bakan mı dersin... Neler neler... Kimler kimler...

Bir de hayretle gözlemledim ki, insanlar, Mart - Haziran arası dönemden, "Pandemideyken..." diye söz ediyor sürekli.

"Pandemideyken hiç evden çıkmadım."

"Pandemide ben de ekmek yaptım..."

"Pandemide çok sıkıldım."

"Pandemide bilmem kaç kitap bitirdim..."

Gözlerim faltaşı gibi açılıyor bunu duyunca. 

"Bir dakika kardeşim, sen neden bahsediyorsun? Sözünü ettiğin şey karantina olmasın? Çünkü pandemi dediğin şey bitmedi! Hala içindeyiz, yaşıyoruz ve daha uzun bir süre de yaşayacağız!"

Evet, sanırım biz ve diğerleri arasındaki fark, işte tam da bu sürece olan bakış açısında saklı.

"Nereye gidersen git kafanı da yanında götürürsün." diye bir laf var. Doğru. Bodrum, her ne kadar benim için kafamı değiştirme, tazeleme, yenileme yeri olduysa da hep ve bu sene de pek çok açıdan bunu başarabildiysem de, konu pandemi, korona, tedbirler vs. gibi durumlara gelince, tam anlamıyla 'eski tas eski hamamım'.

Çünkü öyle olmak zorundayım. 

.. DELİ DİYORLAR BANA, DESİNLER DEĞİŞEMEM ..

Bodrum, mis kokan havasıyla, güzelim güneşiyle ruhumu sararken, denizin tadını içinde ve dışında tüm hücrelerimle çıkarırken, ayaklarımı yumuşacık kumlara gömerken, sayfalarca kitap bitirirken, sevdiklerimle çoğunlukla evlerde ve temassız hasret giderirken, adalara karşı biramı içip gevşeyip, moddan moda geçerken, dalga sesleriyle uyanıp, biricik balkonumda muhteşem sabah kahveleri eşliğinde yeni güne başlarken, karpuzlar kesip, patlıcanlar kızartırken, yani Bodrum'umu, evimi ve tatilimi tam da istediğim gibi içime çeke çeke yaşayıp, yenilenip dinlenirken, bir de yeni ve üstelik çok hoş kokan;) bir "sevgili" edindim kendime, hep yanımda, hep benimle el ele, nereye gitsem hep benimle birlikte:

Canım, biricik aşkım, kolonya şişesi!

Cep telefonumu, anahtarımı vs.. evde unutabilirim, hatta kendimi bile unutabilirim belki ama onu asla!

Sıkı bir dost, sadık sevgili gibi ayrılmaz bir parçam her daim.

Dışarıda bir şey içmem gerekse, şişesine, bardağına kolonya banyosu yaptırıyorum öncesinde. Öyle ki, biraların, kahvelerin ilk bir iki yudumunun tadının 'kolonyalı' olmasına resmen alıştım. :) Masaları siliyorum, garsonlar deliymişim gibi bakıyorlar. 

Kolonya zaten çantamda değil, elimde geziyor, bir yere dokunduğum anda hoop sürüyorum hemen. Bu iş sadece kendimle de sınırlı kalmıyor, yanımdaki kişilerin de peşinde despot bir zabıta gibi geziyorum, ver bakiim elini, şşt dokunma oraya, bak şunu bunu elledin, uzat elini kolonya dökücem. 

Eve girerken terliklerimi değiştiriyorum, dışarıdan gelenlerin ayaklarını çoğunlukla çamaşır sulu viledayla siliyorum, yapamıyorsam, arkalarından yerleri siliyorum.

Dışarıda giydiğim elbiseyi eve gelir gelmez makineye atıyorum. Sırf bunu yapacağımı bildiğim için, normalinden üç kat fazla elbise getirdim yanımda. 

Artık iyice uzamış olan ve dışarıda rüzgarla savrulup oraya buraya değen saçlarımı yıkamadan asla yastığa başımı koymuyorum. Zaten her medeni insan gibi yaz-kış her gün duşunu alan bir kişiyken, artık duş kabinim evimin daha da bir gözde noktası haline geldi, kaç kere girip çıktığımı sayamıyorum. Su faturası bu yaz kaç gelecek merak içindeyim. :)

Bazen duşumu aldıktan sonra, gün batımında buz gibi biramı kapıp aşağıya, iskeleye iniyorum. Ayaklarımı denize sarkıtıp, tarifsiz güzellikte, romantik bir zaman dilimi geçiriyorum orada tek başıma, adeta başka bir boyuta geçip dünyayı unutuyorum bir süreliğine, ama eve dönünce iskeleyle temas etmiş olan bacaklarımı yıkamayı asla unutmuyorum!


Dışarıdan gelen gıda paketlerini, dışarıda kullandığım güneş gözlüğümü, kulaklığımı, telefonumu vs..  'hala' dezenfekte ettiğimi söylememe gerek yoktur herhalde...

İnsanlar, hatta yakınlarım bile gülüyorlar bana bazen, 

"Ay Eylül! O kadar da değil ya.." diyorlar... "Abartıyorsun..."

Hayır, o kadar da!

Benim için, hala, o kadar da!

Çünkü ben kendimi tanıyorum, bir yerinden salıp gevşersem, çorap söküğü gibi gider. Pek kişide  -maalesef - olduğu üzere.

Üstelik çok rahatım. Hani dedim ya yazının başında, "Rahatlık tam olarak nedir?" diye. İşte tam da bunu yaşıyorum, dengeyi buldum.

"Bodrum'dayım yahu, tatilde bunlarla uğraşmak zorunda mıyım?!" diye isyan etmiyorum, çok alıştım. Çok mutlu ve huzurluyum. 

Eski senelerdekiyle aynı dinlenme, gevşeme, yenilenme, tazelenme hissini yaşıyorum bu sene de burada. Hatta belki, çok daha güzelini ve derinini. (Eh malum, İstanbul karantinasından çıkıp gelmek!) 

Evet çok şey değişti, şartlarımız, hareket alanımız, kararlarımız, özgürlüklerimiz, bir adımı atarken kaç kere düşüneceğimiz, o adımları atış şeklimiz çok başka artık. Ama şikayetçi değilim. Şikayetçi olmak, dertlenmek, dır dır etmek gibi bir lüksüm yok. Hiçbirimizin yok.

İnsanlar ölüyor. 

Tanıdığımız insanları kaybetmeye başladık koronadan.

Sağlık çalışanları ölüyor, hemşireler, doktorlar ölüyorlar. Bizim için.

Ve yarın kimin öleceği hiç belli değil.

Hal böyle olunca ve her şeyi bir kenara bırakırsak, tatil gerçekten nedir?

İpini koparır gibi gevşeyerek ve var olan gerçekleri hiçe sayarak rahatlama hali mi,

yoksa içinin, ruhunun tamamen rahat olması hali midir?

Benim içim çok rahat. Elimden geleni yapıyorum, üstelik gocunmadan.

Beni geren, tedirgin ve rahatsız eden tek şey, 'diğerleri'...

Bana deliymişim gibi bakan, "Pandemideyken..." diyenler.

Benim başım sacece onlarla dertte, maalesef.


Ve herkesin, "Pandemideyiz" diyebildiği, buna alışıp, uyumlandığı, birbirine saygı duyup koruduğu ve aynı zamanda huzur ve mutlulukla yaşadığı günlerin gelmesini diliyorum...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...