Sayfalar

22 Ağustos 2019 Perşembe

KALYMNOS KAÇAKLARI -2-





























2017 yazında Kalymnos'a günübirlik gidip, adaya bayılıp, biraları içip içip, dönüş feribotunun kalkmasına on beş dakika kala binmekten nasıl vazgeçtiğimizi KALYMNOS KAÇAKLARI -1- YAZISINDA yazmıştım. 
Evet, feribot kalktı, ben arkasından hayali mendilimi büyük keyifle salladım, mutluluktan uçuyorum, sonra Gökhan'a baktım, adamın suratına gölgeler doluşmuş.
Haydaaa....


.. BİR ANDA KABUK DEĞİŞTİREN KOCA İLE UĞRAŞMA SANATI ..

Geminin GERÇEKTEN gitmiş olması Gökhan'da bir idrak, bir aydınlanma yaratmış olacak ki, içtiği biraların etkisi bir anda geçti ve pirelenmeye başladı.

G: Hadi kalk, kalacak otel bulalım hemen.
E: Yahu dur. Madem kalıyoruz, şurada rahat rahat oturalım biraz.
G: Amma rahatsın. Ya boş oda bulamazsak?!
E: Yahu ne olacak. Bulamazsak sahilde şezlongta uyuruz. Mis gibi yaz gecesi, yıldızlar... Romantik de hem.. (Gayet de ciddiyim o anda.)
G: Kafayı yemişsin sen. Sabaha karşı böbrek ağrısıyla zıplarsan görürüm seni. Hadi kalk.
E: (En sevimli yüz ifadesiyle) Bi bira daha?
G: Hayır. Kalk, hadi hadi hadi.

Kalktık. Bir yandan yürüyoruz, ben bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyorum, bu sebeple arada duraklıyorum ama benim adam olmuş mu size bir barut fıçısı! Yarım saat önceki Gökhan gitmiş, yerine başkası gelmiş, ben durakladıkça küplere biniyor, hadi hadi diye. Tatlı tatlı idare etmeye çalışıyorum ama ı-ıh, hiçbir şekilde işe yaramıyor. O otel bir an önce bulunmaz ve oda tutulmazsa öleceğiz sanki. 

Diğer yandan huyum kurusun, güzel bir kare yakaladım mı durmaya ama bir yanda da onu yumuşatmaya çalışmaya devam ediyorum, o da söylenmeye, gerilmeye ve daha da çok gerilmeye devam ediyor.

Sonuçta, küstük! Evet, resmen küstük.

O beni aşırı rahat olmakla (beni böyle bir insan yapan kendisi olduğu halde), ben de onu tatilimizi burnumuzdan getirmekle suçluyorum sürekli, derken kısa süre içinde otelimizi bulduk, odamızı tuttuk.

Hemen sahile, limana bakan, Kalymnos'un göbeğinde, nefis deniz manzaralı bir odaydı, gökyüzü pembeleşmeye başlayıp nefis bir hal almıştı ama o kadar mutsuzdum ki o anda ve şu güzelim ortamı zehir ettiği için o kadar kırgındım ki ona, ne deniz gördü gözüm, ne manzara. O duştayken, balkonda bir bira açıp harıl harıl yazı yazarak sakinleşmeye çalıştım.
O son derece suratsız şekilde duştan çıkıp giyindi, ben an az onun kadar sevimsiz halde hazırlandım, biraz daha didikledik birbirimizi ve "Çıkalım bari.." dedik. 

Sonra sokağa çıktık, ve barıştık! 

Evet aynen böyle oldu. Nasıl oldu biz de pek anlayamadık ama ya küs kalmanın bir faydası olmadığını anladık ya da Gökhan uzaklardan gelen uzonun kokusunu aldı, bilemiyorum.:)

El ele, tatlı tatlı bir süre gezdikten sonra, tam meydanda çok keyifli bir restorana oturup, gelsin biralar, gitsin uzolar derken harika bir gece geçirdik. Bir yandan da şöyle bir muhabbet gelişti:

G: Menüde uzo 1.5 euro yazıyordu ama el yazısıydı, yanlış görmüş olmayalım?
E: Doğrudur herhalde, 15 olacak değil ya... 
G: Yok tabii 15 değildir.. 1.5'tur.. Allah allah...

O zaman euro'yu dört ile çarpıyoruz ve son derece tatlı bir mekanda 6 TL'ye uzo içiyor olmanın keyfiyle kafalarımız daha da bir güzel oluyor sanki! Kızarmış balıklı, karidesli, salatalı ve içkili sofraya hepi topu 45 euro hesap gelince ben içimden düşünüyorum, "Acaba hiç dönmesek mi? Ya da daha da mı uzun kalsak?" Sonra tabii hemen vazgeçiyorum, malum yeni barışmışız.
Limanda biraz daha yürüyüş yapıp, keyifle odamıza dönüyoruz.

.. CISCIBIRLAK ve DIMDIZLAK ..

Sabah yataktan kalkıp, karmaşık saçlarım, çıplak ayaklarım ve mayışık gülümsememle balkona çıktım. Gökhan'la aramız süper, harika bir manzara ve "Ohh.. İşte buradayız hissi."  O gün için denize gitmeye karar vermiştik, benden mutlusu yoktu.

Sonra bir an düşündüm, şöyle bir gözlerim açıldı, kaşlarım hafiften yamuldu: "Eee ama bizim yanımızda hiçbir şey yok ki!" Bunu o an idrak etmek de ayrı bir kafa tabii, gece uzolar beynimizi bloke etmiş zaar.

Günübirlik diye gelmişiz. Mayoyu, havluyu, güneş kremini falan bırak zaten, ne yedek giysi var yanımızda, ne çamaşır, ne diş fırçası, deodorant, hiçbir şey! Kitap bile almamışız.

"Aaa" dedim birden, "Ne yapacağız?!" Sonra kendimi sakinleştirdim hemen, "Neyse canım, buradan alıveririz hepsini, ne olacak.."
Ne mi olacak? Seyret de gör!

.. KART MI? O DA NE? ..

Odadan çıkıp dışarıda keyifli bir kahvaltı yaptıktan sonra, bizi plaja götürecek otobüsün kalkmasına daha çok var, hadi dedik alışveriş yapalım. Bu arada, yanımızda günübirlik gezme için ayarlanmış nakit paranın sadece biraz fazlası var, bir de kartlarımız.

Diş fırçası, deodorant vs.. gibi şeyleri marketten çabucak hallediverdik. Sıra mayo, çamaşır, havlu gibi şeylere gelince, aa o da ne..
Giriyoruz bir dükkana, bir şey beğeniyoruz alacağız, "Sorry, no card!"
Başka yerde, 
"Sorry no card!",
Bir diğerinde,
"Sorry no card!"

Aaa, bu ne yahu! Herkes papağan gibi, no card, no card!

Nakit versek paramız çok azalacak, sonra yiyip içeçeğimiz yerlerde de kart geçmezse bulaşık yıkamak zorunda kalacağız! Aldı mı bizi bir düşünce...

Sonunda, "Neyse boşver, illa beğendiğimiz şeyleri alacağız diye bir şart yok, neyi ucuza bulursak onu alalım.." dedim. 

Gökhan'ın dönünce bir daha yüzüne bakmadığı kırmızı şort mayo o tatildendir mesela. Benim incecik, hemen ıslanan ama çok sevdiğim, "Feel Greece" yazan havlum da. Böyle böyle oradan buradan bir şeyler toparladık ve atladık otobüse, doğru plaja!








.. FARKI FARK ET, HİSSET, YAŞA ..

Yerlilere sorup da öğrendiğimiz birkaç deniz bölgesi içinden Massouri'yi seçtik plaj için. Ben alnımı otobüsün camına yapıştırmışım, içinden geçtiğimiz yollara, köylere, evlere büyük bir keyifle bakıyorum, Gökhan ise tabii ki telefonuna kapanmış.

Derken çok cici bir bölgeye vardık. Baktığında aynı Bodrum aslında. Evler, marketler, restoranlar, plaja kıvrıla indiğin yollar, hediyelikçiler, çiçekler, manzara.. Ama ben "Amaan burası da aynı bizim ora gibi. Boşuna gelmişiz." kafasından çok uzak bir insan olduğum için, bütün ruhumla farklılıklara, etrafımda konuşulan dile, duvarlardaki asla anlamadığım yazılara, insanların tatlılığına, yani kısaca hissedebildiğim Yunan ruhuna vantuz gibi yapıştım, her bir anın zevkini, Bodrum'da değil, Kalymnos'ta olduğumu idrak ederek çıkarttım. 

"Evet aynı kum, aynı güneş, aynı deniz ama bambaşka bir ülkedeyim." diyerek...

Gökhan bu konularda benim kadar hassas olmasa da, ona da "Aaa Yunanistan'dayım ben aslında!" dedirten şeyler oldu tabii. Plajın hemen üstündeki nefis manzaralı restoranda, 2.5-3 euroya biraları götürürken, mis gibi Feta peynirlerine, Bodrum'un yarı fiyatındaki hamburgerine yumulurken, "Ohh" dedi, "Ne güzel burası yaa..." 

Tuzlu saçlarımla, üstüme şöyle bir tutturduğum pareoyla, tatlı tatlı çalan Yunan müzikleriyle, buz gibi biram ve patateslerimle pek bir keyifliyken, kafamı kaldırıp Gökhan'a baktım ve şunu düşündüm,
"Evet, o da çok mutlu." 

.. BÖBREKLERE DİKKAT! ..

Nefis, çok dinlendirici, harika bir plaj sefasının ardından otobüse atlayıp merkeze döndük, duşlarımızı alıp tekrar çıktık. O gece ne yedik, içtik, hatta nerede yedik hiç hatırlamıyorum ilginç bir şekilde. Aklımda tek kalan, o çok değişik sokaklar oldu...

Benim "Fotoğraf çekeceğim" diye tutturmamın üzerine, daldık bir yerlere. Nerede olduğumuzu, yolun nereye çıkacağını bilmeden, "kare yakalama" sevdamın peşinde geziyoruz. Öyle bir sokaklara girdik ki, değil sokak lambası, evlerin bile ışıkları yok! Kapkaranlık! Kafamızı kaldırıp da bakınca binaların çoğunun da terk edilmiş, eski püskü, yıkıldı yıkılacak durumda olduğunu gördük. Ara ara bazı evlerden cılız bir ışık sızıyor, o kadar. Gökhan yine pirelendi tabii:

G: Kızım yürü, ne biçim sokağa soktun bizi, hadi gidelim..
E: Ay ama çok gizemli ve hoş değil mi Gökhan? Film seti gibi. Bayıldım ben buraya! Gitmem. (Bkz:İnatçı keçinin dönüşü. )
G: Yahu kimseler yok, göz gözü görmüyor. Fotoğraf da çekemezsin bu karanlıkta, hadi..
E: Uzun pozlarım ben de o zaman! Gitmeyelim.

Pozlamanın "uzun" kısmına iyice morali bozulan Gökhan döktü incisini:
"Eylül vallahi böbrekleri kaptırırız biz burada, yürü gidelim!"

Uzun pozlama tabii ki yalan oldu ama çok da acele etmeden, metruk binaların, karanlık sokağın ürküten ama diğer yandan da garip bir zevk veren ruhunu içimize çeke çeke, hatta yol üstünde bir yerde rastladığımız ayin gibi bir şeye baka baka merkeze vardık.

.. İYİ Kİ..

Sabah erken uyanıp, hepi topu üç beş eşyamızı topladık. Gökhan kapıda dikilirken ben, balkonumuzla, manzarayla ve odamızla vedalaştım. Kaldığı hastanenin odasından çıkarken bile hüzünlenen biri için şaşırtıcı bir durum değil tabii, Gökhan da sabırla bekledi.

Salaş bir kafenin dış masasında lezzet olarak son derece uyduruk ama verdiği his olarak pek güzel bir tost yiyip, kahvelerimizi içtikten sonra iskeleye vardık.

Pasaportlar damgalandı, limandaki dökük, kantin gibi yerden son frappeler alındı ve kalkacak feribotun yanına varıldı.

Elimde frappemle, taşa oturup ayaklarımı denize sallandırdım.

Bitmişti, gidiyorduk, hüzünlendim. Ama sonra dedim ki kendime, "Üzülme. Aslında iki gün önce gidecektik, şimdi ise heybemizde nefis anılar biriktirmiş olarak dönüyoruz.. İyi ki kalmışız!"

Hani bir balon vardı çocukluğumuzda, şişirip bırakırsın, öte öte deli gibi uçar, havada söner ve kim bilir nereye düşer. Serseri mayın gibi.

Bir de klasik uçan balon vardır, elinden kaçar ya da kendin bırakırsın, tatlı tatlı havalanır, yükselir, süzülür, seyretmeye doyamazsın...

İşte hayatı spontan yaşamayı, bu iki balon arasındaki fark gibi görüyorum ben. 

Her zaman nereye ineceğini bilemeyebilirsin tabii ama kendi hamurunca, kendi doğrularınca yaşayıp, diğer yandan hayatın süprizlerine de kapılarını ve kollarını şöööyle kocaman açmak muhteşem bir şey.

Planlar yapılır, planlar değişir, yollar çizilir, yollar bozulur. 
Tüm bunların arasında, o an yaptığından ya da yapmadığından mutlu musun, bence önemli olan tek şey bu.




14 Ağustos 2019 Çarşamba

KALYMNOS KAÇAKLARI -1-































Eskiden planlarında ani değişiklik olduğunda aşırı gerilen, "Bu akşam size gelelim mi? / Bize gelir misiniz?" gibi sorularda eli ayağına dolaşan, hayır deme konusunda beceriksiz, çat kapı gelinmesinden nefret eden (gerçi bundan hala hiç hoşlanmam), gereksiz durumlarda aşırı panikleyen, kontrolün elinden kaymaya başladığını hissettiği anda titremeye başlayan bir insandım.

Sonra... Hayatıma Gökhan girdi. 

Vasıtalara hep son anda koşarak yetişen -ve asla kaçırmayan-, gevşeklik sınırına dayanacak kadar rahat, birçok durumda sakin, paniklemek yerine çözüme odaklı ve nasıl oluyorsa her problemi de bir şekilde çözen Gökhan.

Ben de ömrüm boyunca "Mükemmelim deme, hatta mükemmel olma. Ama mütemadiyen kendini sorgula, sana iyi gelmeyen, zarar veren bir yönün varsa değiştir, geliştir." kafasında bir insan olduğum için, bu adam beni bambaşka bir Eylül yaptı! Hatta bazı durumlarda boynuz kulağı geçti bile diyebilirim!

Ama bu benim kişisel gelişimimin değil, tüm bu 'rahatlayışlarım' doğrultusunda yaşadığımız son derece muzur ve sevimli bir seyahatin hikayesi.

.. HADİ KALYMNOS'A ..




Sene 2017, aylardan ağustos, Bodrum'dayız. Turgutreis'ten her gün Yunan Adaları'na sabah git-akşam dön seferler yapılıyor ve bunlardan biriyle kendimizi Kalymnos'a attık. Daha önce bu şekilde Kos'a gitmiş ve akşam olduğunda, yani aslında adanın en güzel saatleri başladığında, tabiri caizse popomuza baka baka geri dönmüştük.

Kalymnos'a vardığımızda bir saat pasaport kuyruğunda harcanan sürenin  sonunda kendimizi adanın sokaklarına attık. 
Plan: Önce kahvaltı, sonra bol bol gezip fotoğraf çekmek, akşama doğru bir yerde oturup yemek yemek ve sonra feribota atlayıp evimize geri dönmek. 

Peki ya olanlar?

.. BİR KOKU GELİYOR SANKİ ..

Evet, keyifli bir mekanda omlet + harika frappeler eşliğinde yapılan kahvaltının ardından kendimizi  ara sokaklara atıp, o sevimli evlerin, pazar günü olmasından dolayı birçoğu kapalı olan dükkanların, kiliselerin, incik boncukların, dar ve yüksek merdivenlerin, pencerelerden sarkan rengarenk çiçeklerin, sevimli yerlilerin arasında fotoğraf çekmeye verdik. Sıcaktan dolayı pişerek ama son derece keyifle geziyorduk.

Sonra ara sokaklardan birinden burnuma bir koku geldi. Kızarmış balık kokusu. Mis gibi. Beyni burnundaymışçasına yaşayan bir insan olarak hemen o tarafa yöneldim.

Turist kalabalığından uzak, dışarıda minik ve salaş masaların olduğu,gölgelik, tatlı tatlı esen, insanların bir yandan balıklarını yiyip içkilerini içerken, diğer yandan keyifli bir rehavetle sohbet edip gülüştükleri harika bir yer! Üstelik hem mekanın ruhundan, hem de konuşmalarından anladığım kadarıyla burası yerlilerin geldiği bir restoran! Kısacası, tam benlik.

Gökhan'ın klasik "Oturmaya mı geldik, birkaç saat daha gezelim, sonra geliriz yemeğe." demesine rağmen, iyi ki oturduğumuz yer. Çünkü burası  yerlilerin denizden çıkıp gelip, yemeklerini yiyip tekrar denize dönmelerinden sonra kapanan, gece falan açık olmayan bir mekanmış! Tekrar söylüyorum: Tam benlik!



Kapanana kadar oturduğumuz saatleri hayatımın en keyifli anlarından sayabilirim. Yediklerimizin lezzeti, ortamın sevimli salaşlığı, art arda içtiğimiz Alfa'ların üstümüzde yarattığı tatlı gevşekliğin mutluluğu, yan masalardan masamıza dolan Yunanca sohbetler ve o sevimli yerli kahkahalar bir yana, mekan sahibinin canayakınlığı bizi bizden aldı. 

Ortamda müzik yoktu, adam kapaklı, siyah, döküldü dökülecek bir cep telefonundan çaldığı şarkıları isteyen kişinin masasına bırakıveriyordu. Bizi de çok sevdiği için, o cep telefonu bizim masaya da geldi, Türkçe Yunanca karışık muhteşem düet parçalarla birlikte!

O mekanda aldığım keyfi ben bile tam olarak kelimelere dökemem inanın. 

Yerlilerin yavaş yavaş denize dönmesinden ve abimizin yolluk olarak bize birer bira daha ikram etmesinden sonra, son derece uygun olan hesabı ödedik ve restoran kapandı.

Kalkınca marketten birer kutu Mythos alıp, içerek gezmeye ve fotoğraf çekmeye başladık. Biraz ara sokaklarda, biraz deniz boyunda, çokça ağaçların arasında dolaşıyoruz.. Ada güzel, eski evler güzel, hava güzel, bizim kafalar hepsinden güzel!

Ve benim içimde coşkuya karışmış koca bir hüzün, çünkü feribotun kalkmasına bir buçuk saat kalmış ve kafamda sadece şu cümle dönüyor: "En güzel saatinde bu harika adayı bırakıp nasıl döneceğiz?" Başka bir ses de usulca ve hin hin fısıldıyor:
 "Keşke dönmesek..."

Sonunda, yeter bu kadar gezmek deyip, kalkışa bir saat kala, feribotun gelişini görebileceğimiz bir tavernaya oturduk, geldi biralar. Ah o biralar. :)

.. MENDİL SALLAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ ..



O kadar istemiyorum ki dönmeyi, oturduğumuz andan itibaren Gökhan'ı didiklemeye başladım.
"Ya aslında kalınabilir burada. Olmaz mı? Sonuçta tatildeyiz, döneceğimiz sorumluluğumuz mu var. Ha Bodrum, ha Kalymnos." 
Gökhan'dan tepki "Aa yok nasıl olacak o.. Planı bozmayalım, nasılsa yine geliriz.."

Ben vazgeçer miyim: "Yani.. Planlar bozulamaz mı? Azcık spontan davranılamaz mı? Çok keyifli olabilir, bir düşün.."

Baktım adam direnç gösteriyor, bol bol şerefe yaparak ilk biraları bitirtip, ondan habersiz ikincileri söyledim. Yakınlarım iyi tanır beni, taktik, numara bilen biri değilimdir hiç, hele de erkekler konusunda ama orada kalmayı artık nasıl istediysem, içimde yıllardır saklı kalmış fettan Yeşilçam kötü kadını gözünü açtı ve adamı sarhoş edip kalmaya ikna decek zaar!

Feribotun gelmesine kalmış on beş dakika, ben hala sondaj yapıyorum.
"Ay yok benim hiç dönesim yok. Bu ada bırakılır mı? Hem düşünsene gecesi ne güzeldir. Balık sofrasında uzoları da götürürsün bak.. Çok keyifli olur!"

Gördüğünüz gibi, eğer taktik bilen bir kadın olsaydım, onca dil dökeceğime, balık sofrası ve uzo kozunu en başta kullanırdım!

Veee... Gözündeki "Acaba?" ışıltısını gördüğüm anda içimden dedim, "Tamam buradayız. Yaşasın!"

Sonra feribot geldi. Biz o sırada çok matrak Instagram hikayeleri çekip paylaşmaya başladık, feribotu kaçırmak üzerine. 
Yolcuları aldı, görüyoruz.  Biz videolara devam. Saati geldi, geçti, kocaman gülerek gemiye kadeh kaldırıyoruz. 

Sonra,vakti geçti, hala yerinde duruyor.
Ben bir an önce kalksın istiyorum, adam vazgeçer falan. Bir de dediğim gibi son anda vasıtalara yetişme konusunda da uzman. Beni de takar peşine, tam kalıyoruz derken kendimi feribotun tahta banklarında oturuyor bulurum diye aklım gidiyor!

Geminin yolcu listesi var, isimlerimiz kayıtlı ama ortada yokuz, belli ki bekliyorlar, hababam düdüğe asılıyorlar, ben muzur muzur gülüyorum, hadi tamam gelmiyoruz işte, size güle güle diyorum, derken nihayet hareket etti. 

Ohh. Arkasından hayali mendilimi sallamak kadar keyiflisi yoktu o anda. Sevinçten içim içime sığmıyordu.

Ama...

Gel gör ki, geminin GERÇEKTEN GİTTİĞİNİ idrak eden Gökhan bir anda biraların etkisinden çıktı ve bir aydınlanma (ya da kararma mı desek!) yaşamaya başladı.

İşte bunun sonrasında yaşananlar ve orada kaldığımız süre boyunca olanlar, en kısa zamanda, ikinci yazıda gelecek! 
Takipte kalın!
...

İkinci yazıda:

- Bir anda kabuk değiştiriveren koca ile uğraşma sanatı.
- Günübirlik geldiğin adada, yedek kıyafetsiz, çamaşırsız, kısıtlı bütçeyle kalakalınca ne yaparsın?
- Böbrekleri kaptırır mıyız dedirten karanlık sokaklarda turlar.
- Muhteşem bir plaj günü.
- 1.5 Euro'ya uzo içmenin tarifsiz keyfi.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...