Sayfalar

30 Aralık 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Mutluluklar Bizimle Olsun!


Merhabalar!
Bu 2013'ün son Tatlı Pazartesi'si olduğu için istedim ki, eski yıla veda edip yeni yılı kucaklarken, yeni yıl ruhuna uygun görseller paylaşayım. Ağaçlar, noel babalar değil ama...! :)
Hayatın her yerinden keyifli kareler... Ve eminim içlerinden birçoğu sizin için de anlam ifade edecek.
Bol gezmeli, sevmeli, sevilmeli, kocaman sarılmalı, çok çok okumalı, filmlerin içinde kaybolmalı, derin derin hissetmeli, merakla keşfetmeli, keyifle çalışmalı, tatlı tatlı dinlenmeli, sağlıkla dolup taşmalı, huzurla yayılmalı, coşkuyla zıplamalı, yağmur altında dans etmeli, kahve kokusuyla mayışmalı, sıcacık güneş ile cızırdamalı, taaa böyle yüreğimizin içinde hissetmeli bir yıl olsun.!



28 Aralık 2013 Cumartesi

Geliyor Yeni Yıl!


Yeniyıla kaldı üç gün! 
Bitiyor 2013!
Ben her zamanki gibi yeni yıl ruhuma girmiş durumdayım!... Hem hüzün veriyor bana 2013'ten ayrılmak çünkü güzel bir yıldı benim için, bir çok ezberimi bozdum, hem de mutluyum 2014'ü karşılayacağım için.. Çünkü kimbilir neler neler getirecek yeni yıl bana, bize, yuvama, aileme... Ve inşallah ülkeme de!

Amaan yılbaşı da neymiş, ne değişiyormuş ki bir günden diğerine diyenlerden değilim, olmayacağım da. Tabii ki benim de yılbaşı coşkumun derecesi seneden seneye farklılıklar gösterdi şimdiye kadar. Ama ne olursa olsun hep önemli oldu 31 Aralık'tan 1 Ocak'a geçişim...

Ömrüm boyunca türlü türlü şekillerde kutladım yeni yılı... 
Kimi zaman ailem ile sakin yemekler, kimi zaman kız arkadaşlarla sohbetler, bazen hoplamalı zıplamalı, limitsiz içkinin kökünü kurutmalı geceler ve 1 Ocak'a içkiye tövbe ederek girmeli yılbaşları geçirdim. Eğlenceli bir grupla ev toplaşmacası, bol içki, bol tombala, bol kahakaha...

Son yıllarda ise evimizde olmayı tercih ettik hep. Bazen arkadaşlarımızla, bazen başbaşa. Ama hep keyifli!

.. Hadi Giyin Artık Be Adam! ..

Yıllbaşı evde de kutlansa giyime kuşama özenilmeli, dışarıda nasıl giyiniliyorsa evde de öyle giyinilmeli diye düşünürdüm hep...
Yıllar önce Gökhan'la yine evde kutlayacağımız bir yılbaşıydı.. Güzel güzel yiyecekler yapmışız, her şey yılbaşı gecesine uygun. Ben de eteğimi, ince çorabımı,  bluzumu falan giymişim güzelce. Bir yandan da Gökhan'a sürekli Hadi aşkım giyin artık, hadi hadiii.. deyip duruyorum... Adam da altında eşofmanıyla bir ağırdan alıyor ki sormayın... Ay ne giyecekmiş, ay böyle ne kadar rahatmış falan da filan. Yok aşkım, diyorum , bu gece yılbaşı, yeni yıla böyle giremeyiz, özenli olmalıyız...
O kıçını kaldırmadıkça da ben bu sefer Sen yeni yıla değer vermiyor musun, niye önemsemiyorsun, bak ben ne kadar hevesleniyorum sen niye bıdı bıdı bıdı... şeklinde tripler atmaya başlıyorum ve bir süre sonra da içimden eeeh yetti be, sen önemsemiyorsan ben de önemsemem diyerek kendimi yatak odasına atıyorum ve bir hışımla çıkarıyorum üstümdekileri!... Sen giyinmezsen ben de giyinmem işte! diyerek, eteği, çorabı falan çıkarıp, elime ilk geçen eşofman altını takıyorum altıma...
Ve giydiğim o anda, nasıl desem, öyle bir rahatlama geliyor ki üstüme! Kendim bile şaşırıyorum. Halbuki ben sırf ona trip olsun diye giymiştim o eşofmanı, o şekilde karşısına çıkıp surat yapacaktım bir süre.
Ama o eşofman ve verdiği yumuşaklık hissi sanki esir aldı beni o an ve tüm kızgınlığımı alıp götürdü.
Oooh dünya varmış, ne güzel yumuş yumuş. diye düşündüğümü hatırlıyorum. Baston yutmuş gibi gireceğime, rahat rahat, pofuduk pofuduk girerim yeni yıla!

O günden beridir, evde kutluyorsak ve misafir ağırlamıyorsak, en rahatından giysiler giyerim hep. Rahat ama özenli.:)


.. Kaç Kocam, Kırmızı Donun Geliyor! ..

Bir de kırmızı don mevzumuz vardı ki, kocamı her yılbaşı dönemi sinir hastası ediyordum!
Ortaokul zamanlarında birkaç kez arkadaşlarım tarafından hediye edilmişti bana ama gidip de kendim almışlığım  yoktu pek.
Taa ki dört beş sene öncesine kadar. Nereden aklıma esti bilmiyorum ama bir hediye alışverişi sırasında hadi dedim alayım şunlardan bize birer tane. Alması kolay tabii. Giymesi de. 
Peki ya giydirmesi?!

- Aşkım kırmızı don aldım, yılbaşı gecesi giyeceğiz.
- Nasıl yani?
- Uğurdur derler, giyeceğiz.
- Nerden çıktı yahu saçmalama. Allah allaaah...
Yılbaşı günü gelir.
- Aşkım al bakalım giy şunu.
- ?!?
- Aa yok, hatırım için giyeceksin!
- Ay bu ne yahu, babaanne donu gibi, nerden buldun bunu?
- Erkek için bunlar vardı ne yapayım... Hem bak ne güzel noel babalı!
-  Ya saçmala, istemiyorum.
- Hayır giyeceksin.
- Benim giydiğim modellerin kırmızısından bulsaydın bari..
- Bakamadım o kadar, bunları buldum, hadi giyy!
- Öfff, pöfff!

Bu diyaloğu her sene yaşadık. Ve canım aşkım her sene giydi. Ve her sene Ama bak sürekli alıyorsun, sadece bir kez giyiyorum sonra kalıyor, alma artık. dedi, ben de her sene aldım. 
Adam haklıydı . Kendime aldıklarım güzeldi, bi giderleri vardı en azından ama onunkiler hakikaten komikti. 

Geçen yıl almayı unutmuşum. Yokluğunu da hissettmedim. Bu sene de almadım. Eminim canım kocam içinden kocaman bir oooh çekmiştir.

.. Bodrum Yolcusu Kalmasın! ..

Bu yıl hiç yapmadığımız bir şeyi yapacak ve yeni yıla Bodrum'da gireceğiz!...
Nasıl olacak merak ediyorum ve heyecanlanıyorum.
Yıllardır; bikini, parmak arası terlik, güneş yağı, şapka, şort şeklinde sıralanan "Bodrum'a götürülecekler" listem bu sene pek bir tuhaf oldu.
Eldiven, atkı, bere, kalın çorap, kazak, elektrikli ısıtıcı, fön makinesi vs...

Ayrıca evi bu arada su mu başmıştır, ne olmuştur hiç bilemiyoruz. Normalde yazın gittiğimizde kapının altından nasıl oluyorsa uçuşup giren otlar, yapraklar ve yokluğumuzda evde parti yapan börtü böcek ve örümcek aleminin sızıp da sona kalmış üyeleri karşılardı bizi. Biz gelince kaçışırlardı tabii. Eylül abla nasılsa bize zarar vermez rahatlığıyla yatağımdan çıkmış bir çıyan bile var!...
Neyse. Bunları düşünmeyeyim şimdi. Kırkayaklar, örümcekler bize yılbaşı süprizi yapmayı planlamıyorladır umarım diyerek kapatayım bu konuyu.

.. Anlamlı Yaşa, Tadını Çıkart ..

İşte bizde durumlar böyle.
Sizleri bilmiyorum ama benim yeni yıl için bir sürü dileğim var. Hem de her senekinden daha fazla. Ve tabii ki bir sürü de yeni yıl kararım.
Ama bu kararlarımın içinde en önemlisi şu; HAYATI ANLAMLI YAŞA!

Birçoğumuz yok iş güç, yok çoluk çocuk, yok şu sorun, yok bu bilmemne diyerek hep anları kaçırıyoruz!.. 
Geçenlerde Pinterest'te bir söz okudum, tam da aldığım bu karara cuk oturuyordu:

"One day your life will flash before your eyes. Make sure it's worth watching."

"Bir gün hayatınız gözlerinizin önünden geçecek. Seyredilmeye değer olduğundan emin olun."

Geri dönüp hayatımızı seyretmek için hayatımızın sonuna gelmemiz de gerekmiyor. 
İki yıl sonra, beş yıl sonra ya da on, yirmi yıl sonra şöyle bir geri dönüp o zamana kadarki hayatımızı seyretmek istediğimizde, gözümüzün önünden geçenler bizi mutlu edecek mi? İşte bu çok önemli.

Hayatımız  anlardan oluştuğuna göre ve hiçbirimiz sonsuza kadar burada kalmayacağımıza göre, her anın gerçekten kıymeti büyük. 
Öylesine gelip geçmesinler.
Çünkü öylesine gelip geçen anlar o kadar fazla yer kaplıyor ki hayatımızda, onların değerini bilip, keyfini çıkarabilirsek, onları da özel anlara çevirip çok daha mutlu olabiliriz böylelikle.


Bu, 2013'ün son yazısı. 
Koca bir yıl boyunca yazılarımı okuyan, beğenen, beni "Yazılarını çok seviyoruz!" diyerek motive edip yüzümü güldüren tanıdığım, tanımadığım hekese çok teşekkür ederim! İyi ki varsınız!
Umarım hepnizin 2014 dilekleri gerçek olur!

Her anınızın anlamlı geçeceği harika bir 2014 dilerim!


Fotoğraf: Gökkuşağı Dosyası

23 Aralık 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Michal Dziekan

Merhaba!
Tatlı Pazartesi'de bu hafta Pinterest gezmelerim sırasında işleriyle tanıştığım Polonyalı illüstratör Michal Dziekan var. Ben burada illüstrasyonlarından en beğendiklerimi yayınlıyorum, daha fazlası ve sanatçı hakkında detaylı bilgi için sitesi burada.
Herkese çok mutlu bir hafta ve çok keyifli çalışma günleri dilerim!



21 Aralık 2013 Cumartesi

Facebook'un Tokatları


İnternet ile sıkıfıkı olmayan var mı aramızda? Sanırım yoktur.. En azından şu anda bu yazıyı bile internetten okuyorsunuz. Benim günlük hayatımın pek çok alanına çok fazla olumlu katkısı var açıkçası. Elim ayağım gibi.
Ama benim için madalyonun bir de öbür yüzü var ki; internet ve özellikle de Facebook yüzünden kanser olmaktan ya da bir anda kalp krizi geçirip bir yerlerde yığılıp kalmaktan korkuyorum. Ya da aklımı oynatmaktan.
Her gün gözümün önünden öyle haberler, öyle görüntüler geçiyor ki çoğu kez insan ırkına dahil olduğum için çok büyük utanç duyoyorum.
Ve her geçen gün insanlardan biraz daha korkuyorum.

Acaba diyorum, eskiden - mesela benim çocukluğuma, ilk gençliğime denk gelen zamanlarda - insanlar daha mı iyiydi, daha mı merhametliydi? Etraf daha mı temizdi? Bu kadar yoğun kötülük yok muydu o zamanlar, sadizm bunca şiddetli değil miydi, insanlar daha mı sağlıklıydı kafaca?
Hep kafama takılıyor bu... 
Sonra da "Yok Eylül.." diyorum kendi kendime... "Belki son yıllarda insanoğlu biraz daha aklını kaçırmış olabilir ama eskiden de çokça kötülük vardı, gel gör ki bizim haberimiz yoktu!..."
Evet. İşte kilit nokta.
Çok afedersiniz, gerçekten bir b.ktan haberimiz yokmuş aslında!
Bir iki kanallı televizyon haberlerinde ne izliyorsak, gazetelerde ne okuyorsak hepsi o!
Ya da eşten dosttan duyduklarımız.
Kısaca, kısıtlı bir kaynaktan önümüze konanlar.
Ama yanlış anlaşılmasın, genel anlamda bilgiye ulaşmak değil kastettiğim. Yoksa çığ gibi kitaplar, yayınlar  o zamanlarda da vardı. Okumasını bilene. 
Ben güncel bilgiye, o günlerde olan olayların haberlerine ulaşmaktan bahsediyorum.

İnternet bu konuda bir cennet, tabii yine kullanmasını bilene. Bir hazine, bir cevher.
Adam Kanada'da öksürse, sen on saniye sonra burada haberdar oluyorsun. Her türlü bilgiye anında ulaşabiliyorsun, yeter ki öğrenmek iste. Bu gerçekten büyük zenginlik, büyük rahatlık.

Ama işte madalyonun diğer tarafı çok fena sarsıyor insanı, hatta sille tokat dalıyor çokça.

Sabah mutlu mutlu başlıyorum güne. Kahvaltıdan sonra sıcacık kahvemi alıp, bilgisayarımın başına geçiyorum. Şöyle azıcık bakayım ne var ne yok diye.
Ve başlıyor bir dizi rezillik, pislik, riya, zulm film şeridi gibi geçmeye...

Bir kere o arsızın suratı her taşın altından çıkıyor. Gözümüzün içine baka baka söyleyebiliği yalanları dinlerken-okurken, insanoğlunun ahlaksızlıkta ve pişkinlikte gelebileceği son noktayı görüp dehşete düşüyorum. İrkiliyorum! Ama en çok, midem bulanıyor.

Sonra Facebook'a giriyorum...
Hayvanlarla ilgili sayfalara üye olduğum için ne yazık ki birçok moral bozucu haber geçiyor gözümün önünden... 
Çoğunu paylaşıyorum. İçimden ne küfürler ediyorum, sayıp sövüyorum. Bunu çok sık yaşıyorum.
Ama bazıları... Daha seyrek de olsa bazıları...Size nasıl diyeyim... En hayata bağlı insana bile "Acaba ben bu hayatta yaşamayı başarabilecek miyim?.." diye sordurtan cinsten.
Çünkü o an öyle bir şey okuyorsun ki, bunu yapabilecek kötülükte insanların bulunduğu dünyada ben fazla barınamam arkadaş diye düşünüyorsun... Ölür giderim... Hatta öyle ki, dünya böyleyse ben öleyim zaten, ne işim var ki burada diyorsun...

Geçen gün öyle bir şeyler okudum ki, hani insanlar fazla acıdan bayılırlarmış ya, işte öyle bir acayip hal ile sanki paralize oldum. Yüzümde en ufak bir ağlama mimiği yok ama gözyaşları nasıl aralıksız boşanıyor gözlerimden. Ruhum kilitlendi sanki. Oturur vaziyette kalamadım, yığılmışım yere. Kalkmak istiyorum, kalkacak güç bulamıyorum. Kocama seslenmek istiyorum, sesim çıkmıyor. Üçüncü ya da dörüdüncüde duyurabildim kendimi. Adamcağız beni nasıl toparlayacağını şaşırdı.

Hayvancağızın başına gelenden, çektiği acıdan dolayı duyduğum acı çok büyük ama beni en az bunun kadar sarsan, bunu yapabilen birilerinin var oluşu!.. Ve sayılarının çok olması ve ortalarda geziniyor olmaları!
Bu dünyada yaşamaya asla hakkı olmayan, mecburen yaşıyorsa bile, bulunması gereken yer kesinlikle tımarhane olan ruh hastası pislikler geziyor etrafta yahu!.. Sırf bunun düşüncesi bile çıldırtıcı.

Bakın mesela bugün ne okudum; ormanda düzenli besleme yapan kanatsız melekler, bir ağlama sesi duyuyorlar, sonra bakıyorlar ki bir çuval... Hareket ediyor!.. Ağzı bağlı çuvalın içinden ne çıkmış dersiniz?
Köpek yavrusu!
İşte bu da insanın düşünce sınırlarını zorlayan bir şey aslında. 
Köpek iyi durumda. Ortada kan yok, yerinden oynamış gözler, kopmuş uzuvlar yani herhangi bir vahşet görüntüsü yok. 
Ama aslında en önemlisi ve en korkuncu var; o köpeği canlı canlı bir çuvala tıkıp, ölüme terk edebilecek bir insanın varlığı!
BİR CANLIYI ÇUVALA KOYUYORSUN ve BIRAKIP GİDİYORSUN.
Bunu yapabilecek sadistlikte bir adam, ruhu, yüreği pislik içinde, korkunç tehlikeli bir adam... Ve şu anda bir yerlerde geziniyor. Belki de sizin çocuğunuzun çok yakınında... Bunu hiç düşündünüz mü?
Hayvanlara yapılan zulmlere burun bükenler, önemsemeyenler bence bir düşünsün bunu.

Neyse. Konuyu fazla uzatmayayım.
Tabii ki okuduğum her haberde yerlere kapaklanmıyorum ama sıkça derin üzüntüler duyuyorum. Çünkü artık her haber o kadar yakın ki. Olan olaylardan haberdar olma olasılığımız o kadar yüksek ki...
Ama yine de iyi tarafından bakıyorum duruma. 
Evet birçoğumuz bu haberleri okuyup mahvoluyoruz.
Ama bu haberler duyuldukça bilinçleniyor insanlar.
Dağın başında acı çeken köpekten insanların haberi olmasa ona nasıl yardım gidecek? Yıllar önce belki de bu garibanlar kendi kendilerine ölüp gidiyorlardı...
Ama şimdi aç köpekler var deyince hemen mama bağışı yapılıyor, yaralı hayvan var deyince hemen gönüllüler koşup olduğu yerden alıyorlar masumu... Yani daha fazla haberdar olmak yavrucakların hayatlarının kurtulması açısından çok faydalı oluyor aslında....

Zaten dediğim gibi... Benim derdim insanlarla. 
Zulm gören yavrucak eğer ölmediyse, melek ablaları, abileri tarafından kurtarılıp yeni bir hayata başlıyor.
Peki ya zulmedenler!?
O pislikleri ne yapacağız?
Beni asıl sarsan onlar, onların bu dünyadaki varlığı. İşte internet bana her gün onların varlığını hatırlatıyor, suratıma tokat gibi çarpıyor.
Benim öfkem, hayal kırıklığım, isyanım hep bundan.

İnşallah bir gün dünya bunlardan temizlenir.
İnşallah bir gün hepimiz deriiiin bir nefes alabiliriz.

Pek iç açıcı bir haftasonu yazısı olmadı değil mi?
Ne yapalım, olur öyle.
Başka bir konu vardı kafamda, keyifle bilgisayarımın başına oturmuştum.
Ama önce Facebook'a girip bir bakayım dedim. 
Çuvaldan çıkan yavrucağı okudum. 
Ve yazı bu oldu.

Herkese merhametli, sevgi dolu, bol patili güzel bir haftasonu dilerim.


Foto kaynak, burası.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Melekler


Merhaba!
Birkaç gündür pazartesi gününe yetiştirmem gereken bir işle meşgulüm. Hal böyle olunca da Tatlı Pazartesi'yi hazırlamayı ennn son ana bıraktım. Evet, olabilecek en son ana bırakınca da elime ayağıma dolandı sevgili okuyucular, o nedenle bir sanatçı portfolyosu hazırlayacak vaktim kalmadı.
Ama Tatlı Pazartesi'nin amacı, pazartesi günlerinin sendromunu hafifletmek değil mi? O zaman ben de gönülleri yumuşatacak, yüzleri kocaman gülümsetecek sevimli mi sevimli, tatlı mı tatlı birkaç minnoş fotosu paylaşayım sizinle.
Bu bebişler Pinterest board'umdan. 
Bu güzelliklerden hoşlanmayanların akıllarından ciddi şekilde şüphe ediyorum.
Bu tatlılar nasıl sevilmez yahu? Akıl sır ermiyor.
Neyse.:)
Herkese çok tatlı, çok süper bir hafta dilerim!


14 Aralık 2013 Cumartesi

İtiş Kakış Günler


Bu yazıya ne başlık bulayım diye çok düşündüm. Konu, son zamanlarda neler yapıp ettiğim olunca başlık o mu olsun, bu mu olsun derken, son günlerde nasıl haller içinde olduğumu idrak ediverdim:
İtiş kakış!... 
Bak yukarıdaki cümle bile bir acayip, bir şekilsiz oldu.
Neyse. Canım sağ olsun.
Evet, son günlerde oldukça itiş kakış günler geçirmekteyim. Ve her şeyin suçlusu geçenlerde hasta olup yatağa mıhlandığım o kara gün!... Normalde insani saatlerde yatıp kalkan bir insan evladıyım ama o meşhur günde yataktan kaçta mı çıktım?
Akşamın beşinde!...

Evet, aynen öyle.
Kocam sağ olsun, köpekleri hep o çişe çıkarttı, benimle bir güzel ilgilendi, ben de yüz bulup mayışık pideler gibi yatakta yayıldım da yayıldım!
Peki, akşam beşte uyandığın günün gecesinden - erken yatmak adına - hayır gelir mi? 
Gelmez tabii... Uyku gelmiyor çünkü.
Eh, hal böyle olunca, hem rahatsızlık devam ettiği için, hem de gece geç yatıldığı için ertesi gün kalkma saati en iyi haliyle öğlen bir!...
Sonra kuyruğunu kovalayan kedi gibi, gece yatma saati; dört!
Ertesi gün kalkma saati; bir buçuk!..
Sonra yatma saati; beş!
Off, yazarken bile içim şişti şimdi.
Yıllar önce, geç saatlerde yatıp, geç saatlerde kalkan bir insandım ama bundan da rahatsızlık duyardım. Son yıllarda düzene soktum kendimi. Ve tabii kocamı da.
Ama gel gör ki son günlerde alt üst oldu tüm düzen!...

Dedim ya, yapmam gereken çok şey var diye, sıkıntı da buradan çıkıyor işte. Sizleri bilmem ama ben günlük işlerimi liste halinde yazmazsam çalışamıyorum. Darmadağın oluyorum. O yüzden bazen  "yemek ye"yi bile yazıyorum, ahmak gibi.:) Kendime yapılma sıralarıyla şöyle güzel bir liste hazırlayıp, yaptıkça üstlerini çiziyorum.
O listeyi bitirmek zorunda hissettiğim için de, geç kalktığım günlerin tüm işleri doğal olarak geceye ve gecenin iyice geç saatlerine sarkıyor. Kocam da aynı benim gibi oldu!.. Onun da yapması gereken çok şey var ve aynı düzensizliğe takılıp kaldık.
Bir de her gece utanmadan saate bakıp; oha dört olmuş yaa, ööfff diyoruz ama yatmamız yine beşi buluyor iyi mi! Hayır madem öyle oha moha diye çirkin şekillere giriyoruz, bari bunu der demez yatalım değil mi ama ı-ıh! :)

Düzen alt üst olunca, erken kalkamayız nasılsa diye saatin alarmını on bire falan kuruyordum ama on birde de kalkamayıp, on ikiye, bire kadar erteliyordum. Ama son birkaç gündür iyice bir pişkinlik hali geldi:
Direkt bire kuruyorum saati!
Peki pişkinlik ve arzsızlık bununla kalıyor mu?
Tabii ki hayır!
Evvelki gün birde çaldı saat, hemen kalktım.
Bu sabah da birde çaldı ama ben yataktan ikide çıktım!
Rezilliğe gel.
Hep birinci tekil yazıyorum diye şunu sorabilirsiniz; Ee kocan uyandırmıyor mu seni?
Ben de şöyle cevap vereyim hemen: E onu kim uyandırsın?!
Ofiste çalışırken erken kalkıyordu. Okula giderken de kalkıyor. Ama evde olduğu günler onun benden önce kalkması zaten kıyamet alameti sayılır. Öyle bir şey olduğunda korkmak hatta erzak depolayıp sığınaklara kaçmak falan lazım. O derece diyeyim ben size.
Bu nedenle ben geç yatıyorsam, o da geç yatıyor, ben geç kalkıyorsam o da geç kalkıyor, durum budur. Ayna gibiyiz.

Listemdeki işleri bitireceğim inadından böyle oldum. Halbuki kasmasam hallolacak. Bir geceyi de boş bırakıp erken yatabilsek düzelecek.

Sevgili çam ağacımı süsledim diye hevesleniyordum; ama geceleri karşısına geçip izleyemedim ki atölyeye kapanmaktan.

Bir haftadır kocamla doğru dürüst vakit geçiremedik akşamları.
Yok yook, ı-ıh. Olmayacak böyle!
Bak şimdi bile sarkıtıyorum geceyi. Niye çünkü listede şu madde var:
"Cumartesi yazısını yaz." Ve şu an saat gecenin üçü!

Tamam bitmiştir. Al yazını da yazdın, zaten bu da ne olduğu belirsiz, itiş kakış bir yazı oldu..Affola.
Ben hemen şimdi hoop kalkıyorum bilgisayar başından, kocamı da ensesinden tuttuğum gibi kaldırıyorum işinin başından ve cuuup yatağa!...
Tekrar, oha dört oldu, yuh beş olmuş triplerine girmeden, acil kaçıyorum ben!...
Siz cumartesi sabahı bunu okurken ben umarım uyanmış olurum!
Bak sen yaa, hala laf kalabalığı yapıyorum!..
Hadi bakayım hadi, yürü bakayım doooğru yatağa!

(Ammaann, yazıya fotoğraf bulmayı unuttumm! Şimdi konuya uygun bir foto bulmaya kalkarsam saat yine beş olur!! Tamam. Konuyla tamamen alakasız, elimdekilerden bir foto koyacağım bu seferlik. Hatta o kadar alakasız bir şey bulayım ki  tam olsun! Siz de yazıyı okuduğunuz süre boyunca bağlantı kurmaya çalışacacaksınız, yazık!:)) Eh bu satırları okuyunca anlarsınız artık.
Evet, çok gevezeyim.
Sıkıldım kendimden yeminle.
Tamam, kaçtım bu sefer.
Öf!


Foto kaynak: burası.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Terry Border


Merhaba!
Tatlı Pazartesi'nin bu haftaki tatlısı, bakmalara doyamadığım hatta Facebook'ta kendisine bir albüm bile açtığım Terry Border ve onun Bent Objects projesi. Bu çalışmalar da tek kelimeyle tam benlik ve tam Tatlı Pazartesi'lik.:)
Yine günlük hayatın sıradan objeleri, bu sefer tellerle birleşiyor ve bakın ne hallere geliyorlar!
1965 doğumlu fotoğraf sanatçısı Terry Border ile ilgili detaylı bilgiye sitesinden ulaşabilirsiniz.
Her şeyin dilediğiniz gibi gelişeceği, verimli, keyifli, harika bir hafta dilerim!




7 Aralık 2013 Cumartesi

Sıcak Aralık ve Sevgili Ağacım






























Bu sene de nihayet sevgilime kavuştum!
Birbirimizden on bir  ay boyunca ayrı kalıyoruz. Bu süre içinde ben hayatımı yaşarken, değişik zamanlarda, değişik keyifler tadarken, zavallı sevgilim gardrobumuzun tepesinde tozlana tozlana benim onu hatırlayacağım ve aşağıya indirip  hayatımın baş köşesine oturtacağım zamanı bekliyor!
Yani aralık ayını.
Evet, sevgilime kavuştum; biricik çam ağacıma!
Ve tabii ruhumdaki uslanmaz yılbaşı coşkusuna!
İlkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerini çok severim. Hiç hoşlanmadığım buz gibi kış mevsiminin içinde ise sadece aralık ayını severim, o da tamamen yılbaşından dolayı!
Küçücük bir kız çocuğu olduğum zamandan beri yılbaşı dönemlerinin hastasıyım.
Zaten ruhunda hat safhada pofudukluk olan, kinestetik, son derece dokunmatik ve dibine kadar mod insanı bir kişi olarak, yılbaşı sürecinin ışıltısına, sıcaklığına, burnuma gelen kokusuna ve coşkusuna bayılıyorum.
Hal böyle olunca da sevgili ağacımla kavuşma anlarımız pek tatlı oluyor!

.. O Eski Ağaçlar ..

Uzun yıllar evvel, ben ortaokul - lise çağındayken, korudan gerçek çamlar alırdık. Köksüz alınca zavallı ağaç ölür giderdi, köklü aldıklarımızı da tutturamadık bir türlü. Hatırlıyorum, bir tanesinin toprağını daha biz dikemeden böcekler basmıştı ve o böcekler evin içine firar etmeye başlamışlardı... Ağaçlardan biri ise dallarında karları ile gelince annem o kadar fena olmuş, o kadar üzülmüştü ki, o, canlı aldığımız son ağaç oldu. Bir sonraki sene güzel bir seçim yapıp şu anki yapay ağacımızı aldılar.

Ailemle yaşarken ağacı kurmak, süslemek benim görevimdi. Ve tabii ki çok ama çok büyük bir zevkle icra ediyordum bu görevi. Bizimkiler de hazır süslenmiş ağacın keyfini çıkarıyorlardı.
Kendi evime geçince, minik bir yapay çam aldım, onu süsledim birkaç sene. Sonra baktım bizimkiler büyük çamı süslemez oldular. Eh Eylül hallediyordu tabii o işi.. Ben gidince koca ağacı süslemeye üşenir oldular. 
Ve tabii ki bu benim işime geldi, süslemiyor musunuz, eh iyi madem, hooop, güzel ağaç anında hacı!

.. Zorlama Kocayı ..

Dediğim gibi, yılbaşı öncesi haftalar benim için sıcacık, yumuşacık zamanlar. Evde noel şarkıları çalsın, mumlar yansın, her şey pofuduk olsun, ruhlar coşsun vs...
Kocama gelince.. O da seviyor noel zamanını ama belli bir seviyede!
Benim günlerce sıkılmadan dinleyebileceğim noel şarkılarını ona üç saat dinletsem, vücudunda kimliği belirsiz kaşıntılar, lekeler oluşmaya başlayabilir!
Ya da benim büyük keyifle izlediğim bazı noel filmerinin sadece fragmanı bile ona yeterli(!) gelebilir.:)
Ağacın tümünü beraber süslemeye kalksak onuncu dakikada beli ağrımaya başlar, bundan eminim! 
Bu nedenle onu çok ellemiyorum, kendi haline bırakıyorum.
Ama hakkını da yemeyeyim, çünkü bu sürecin keyiflerini birlikte paylaşıyoruz yine de. 
Beraber kuruyoruz ağacı, ayağa dikiyoruz. Sonra ben ışıkları takıyorum. Ardından bize keyif veren ritüele geliyor sıra: ilk topu takmak!.. Ağacın ilk topunu dilek tutarak birlikte takıyoruz.
Sonra ben onu azad ediyorum, gidiyor odasına. 
Ve o anki moda uygun müzikerimi dinleyerek süslüyorum ağacımı.
Hemen ardından sevgili  kocam yine dahil oluyor olaya: Işıkları yakma merasimi!
Evi karartıyoruz ve biiir, ikiii, üüüç diyerek ağacın ışıklarını yakıyoruz!
İşte bu çok mutlu ediyor bizi, sonra da karşısına geçip büyük keyifle seyrediyoruz.
O nedenle, varsın noel şarkılarından sıkılsın ya da ağacın tümünü süslemeye üşensin, sıkıntı yok... Çıkan sonucun tadını beraber yaşayabilmek de çok güzel.

.. Dingildeyen Ağaç ve Faik Eklentisi ..

İşte bu yıl da aynen bunları yaşadık.
Ama birkaç farkla.
Eski yıllarda da ağacın ayağını zor monte ederdik ama bu sene vidalar iyice pert olmuş. Koca ağaç dingil dingil duruyor. Şöyle sağa yatayım, sonra da koltuğa devrileyim der gibi hareketler yapıyor. Ben de ara ara gidip elle ittirip kaktırıyorum düz dursun diye. Yani kocamın deyişiyle; iman gücüyle ayakta duruyor zavallı!

Bu yılın diğer farkı ise; hala yuva bulamadığımız sevgili yanaşma Faik'imiz ve onun ağzının uzanabildiği her ama her şeyi çekiştirme, kapıp kaçırma, çekip koparma huyu ve bu huy ile üstü süslerle dolu (ve üstelik devrilmeye meyilli) çam ağacının birleşiminden nasıl sonuçlar ortaya çıkacağı endişesi! Öf, amma uzun cümle oldu. Ama anladınız siz. (Anladınız değil mi?:)

Evet, bu endişeleri bir kenara bırakırsak, artık aralık ayını yaşamaya hazırız!..

Ben bu coşkumu kaybetmek istemiyorum. Zaten hayat zor, hayat acımasız, hayat adaletsiz çoğu zaman. Kendi dünyanda, yuvanda istediğin kadar mutlu ol, eğer azıcık duyarlıysan şu hayatta, seni uyutmayacak kadar üzücü milyon tane şey radarına takılıyor her gün. 
Bu nedenle mutlu kalabilmek ve mutlu edebilmek için, hem kendimize hem de çevremize faydalı olabilmek için, bize iyi gelen şeylere sımsıkı tutunabilmek lazım.

Bu nedenle, hiç sevmediğim kış ayında gönlüme sıcaklık veren aralık ayını yaşamak beni mutlu ediyor.

Nihayet tamir edilen pikabımdan Elvis dinlemek, kocamla battaniye altında, ağacın loş ışığında film izlemek, sıcak çikolata içmek... Kanepeye yayılıp kitap okuyarak uyuyakalmak, örgü örerek sevdiğim dizileri izlemek, kuzucuklarımla oynamak, ertesi gün yapacaklarımı düşünmek, hayatımı düşünmek, dilekler dilemek, geçmiş yılı düşünmek, gelecek yıl için heveslenmek...
Bunları seviyorum!

Ve hepinize keyifli, sıcacık bir aralık ayı diliyorum!

2 Aralık 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Gilbert Legrand


Merhaba!
Gilbert Legrand ile, bir arkadaşımın Facebook'ta paylaşması sonucunda tanışmıştım, sanırım birkaç yıl önceydi. O kadar hayran olmuştum ki çalışmalarına, hep blogda paylaşsam diye düşünüp duruyordum ama bir türlü fırsat olmamıştı bugüne kadar.
Hani derler ya; tam benlik diye, tam kafama göre diye... 
İşte bu çalışmalar, bu tarz, bu kafa yapısı:), tam benlik!
Çok çalışma var, yüklenmesi uzun sürebilir. İki ayrı post mu yapsam dedim ama bölmeye de kıyamadım. 
Bakın bakalım; günlük hayatımızda suratına bakmadığımız ıvır zıvırlar, alet edevatlar, sıradan objeler sanatçının elinde ne hallere gelmiş! Bayılacağınıza eminim. Bu güzellikleri kim beğenmez ki!
Sanatçının daha fazla çalışması için sitesine göz atabilirsiniz.

Yaratıcı, keyifli, coşku dolu bir hafta dilerim herkese! 




30 Kasım 2013 Cumartesi

Vurdumduymaz... Ah Sana, Vah Sana...





























Son günlerde havalar soğudu ve benim bünyede birtakım ziller çalmaya başladı.
İnsanlarla ilgili daha fazla düşünme, sorgulama, kızma, hayal kırıklığına uğrama ama bazen de sevinme, mutlu olma zamanları bunlar benim için.
İnsanların karakterlerini, vicdanlarını, yüreklerinde taşıdıkları iyilik potansiyelini ölçmek zor şey. Çünkü hiçbirimiz mükemmel değiliz şu hayatta. En melek dediğin kişinin bile illa ki bir defosu oluyor ki bu çok normal bence... Sonuçta zaten insan denen varlık - dünyadaki diğer canlılarla kıyaslarsak eğer -  çok da matah bir yaratık değil bence. Şu dünyadaki tüm kötülüklerin, kasti vahşetin, dolandırıcılığın, ahlaksızlığın ne yazık ki sadece insan türünün tekelinde olduğunu düşünürsek, söylediğim şeyin aksini de kimse iddia edemez zaten.

Tabii ki insan ırkı ne toptan kötü, ne toptan iyi. Çeşit çeşit insan var ve hepimiz kendi kafamıza ve gönlümüze göre insanları çevremizde görmek ve hayatımızda tutmak istiyoruz... Ya da direkt bizim hayatımızın içinde olmasalar bile gördüğümüz duyduğumuz insanları  kendimizce "notluyoruz." 
Yalan mı? Var mı notlamayan? 
Hiç kimseye karşı bir yorumum, fikrim yoktur diyen ya da herkese canım cicim yapan kişi zaten kişiliksizdir. Herkesi sevenden korkacaksın.
Ama tabii hepimizin notlama kriteri değişir.
Kendim dahil tanıdığım ve tanımadığım her insanın mutlaka defoları olduğu gerçeğiyle çok barışığım artık ve bu beni daha anlayışlı biri yapmaya başladı. 
Ama gelin görün ki benim için bir kriter var, işte o kritere sahip olmayan kişi  dünyanın en müthiş insanı olarak madalya alsa, ağzıyla kuş tutsa, bir milyon tane başarı kazanmış olsa gözümde üç kuruşluk değeri olmaz. Beni tanıyan bir çok kişinin de tahmin edeceği üzere, bu kriter:

Hayvanlara merhamet.

(Hayvan konusuna girdiğim için şu noktada yazıyı okumayı  bırakacak kişiler olacaktır, bilhassa onların okumalarını arzu ederim.)

Her zaman dediğim gibi, hayvan sever olunmaz, hayvan sever olarak doğulur ama bu çok güzel özellik büyük ölçüde annelerin yetiştirme tarzından (tü kaka cıss dokunma..) dolayı kişi tarafından ne yazık ki kaybedilir. İnsanın doğasına ait bir parçayı, büyürken yolda düşürüp yitirmesidir bu. O nedenle hayvan severlik bir artı değil, hayvan sevmezlik bir eksidir bence.

Hayvana fiziksel olarak zulmedenleri, ne bileyim su ve mama kaplarını tekme atıp  devirenleri, ottan kıldan sebeplerden hayvanları şikayet edenleri vs... konu etmeyeceğim şu anda çünkü onlar zaten zavallı yaratıklar. Varoluşumuzun üretim hataları, defoları onlar. Bu dünyada aldıkları her nefes zarar onların, o nedenle onları geçelim.

Benim son zamanlarda kafamı "nötr olanlar" iyice kurcalamaya başladı. Yani hayvanlarla ilgili en ufak bir görüşü, hissi, eylemi vs.. olmayanlar. İşte ben onları değerlendirmekte güçlük çekiyorum.
Şöyle diyeyim; hayvanlara kötü davranan kişi benim için kesinlikle kötü insandır. 
Peki hayvanlara karşı tamamen duyarsız olan kişileri hangi kefeye koymalı?
Onlar sadece kendilerini düşünen bencil insanlar mı, yoksa bu konuda henüz bilinçlenmemiş kişiler mi? Bence bu çok hassas bir ayrım.

Malum internet çığ gibi gelişti, her fikir, her mesaj artık herkese anında ulaşıyor. Yani bir insanın algısı o güne kadar belli bir olguya kapalı kalmışsa bile, o konu hakkında bilinçlenememişse bile, ertesi gün bilinçlenebilmesi nette bir yazı okumasına bakıyor.
Mesela yıllardır birçok kişi yazları "kapınızın önünebir kap su!" diye feryat ediyor. Kişi bunu o zamana kadar hiç düşünememiş olabilir, kızamayız. Böyle bir algısı, bilinci gelişmemiş olabilir o zamana kadar. Ya da bilmiyordur yavrucakların sıcakta ne kadar zorlandıklarını, olabilir.
Ama mesela bir gün "hayvanlar yazın susuzluktan acı çekiyor, ölüyor, bir kap su koyun" diye bir yazı okuyor ve koymuyorsa o kişiyi nasıl değerlendirmeli sizce? 
Çünkü artık biliyor, öğrendi!
Üstelik kendisi de o korkunç sıcakta birkaç saat bile susuz kalmanın ve ardından suya kavuşmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor.

Kışın...
Her yer buz kesiyor. İnternetten insanlar bas bas bağırıyor; artan ekmeklerinizi, tabağınızda kalanları dışarı koyun diye, hayvanlar soğuktan donarak ölüyorlar diye. 
Bunu okuyup da, yemek artığını gayet rahat çöpe dökebilen insan nasıl bir insandır acaba?
Evet sokakta hayvan tekmelemiyor belki, önlerine zehir atmıyor, su kaplarını devirmiyor... Şeytan değil yani.
Ama onların ne kadar mağdur durumda kaldıklarını ve onları bu mağduriyetten çok kolayca kurtarabileceğini bildiği halde yapmıyorsa, o kişiden de korkmak gerekmez mi?

Hayvanlara karşı duyarlı olmak için, onlar için iyi bir şeyler yapmak için illa ki aktif olarak ilgilenmek gerekmiyor ki. 
Kimisi var 7/24 çabalıyor, barınaklarda, ormanlarda çalışıyor, kimisi var sadece maddi yardım yapabiliyor, kimisi internet üstünden uğraşırken, kimisi de artık yemeğini sokağa çıkarabiliyor. Hepsinin kendine göre kıymeti büyük ve herkes kendi yapabildiğince yardım eli uzatıyor. Vaktin yoksa, paran yoksa ya da kendini yormak istemiyorsan bile yardım edebiliyorsun yani. Yeter ki iste.

Senin çöpe atacağın artık yemek, o gece bir kediyi donarak ölmekten kurtarabilir. Ya da bir köpeği, bir kuşu...
Hiç mi kıymeti yok o hayvanın senin gözünde?

İşte kafamı bunlar kurcalıyor. Gerçekten "kötü" diye damgalamanın kolay olduğu kişiler dışında, bir de bunlar var çünkü.
Bunlar, izledikleri dizide biri ölümden dönse, hemen duygulanıp ağlarlar. Ya da bunun benzeri dokunaklı sahnelerde... Eh madem bu kadar vicdanın ya da titreyen duyguların var, bak o zaman sen de hayat kurtarabilirsin... Hem de üç kuruşluk ekmekle...

Ha ama yok, ben sadece insanlara üzülürüm, sadece insanlar için bir şeyler yaparım (o da palavra tabii..), sıcak evimde, hom hom karnımı doyururken sokaktaki canlılar minicik bebeleriyle açlıktan donsun, hiiiiç umurumda olmaz dersen ve üç kuruşluk yemek artığına kıyamazsan ya da birkaç merdiven inip sokağa koymaya üşenirsen hiç kusura bakma sevgili kardeşim ama bence sen pek de iyi bir insan değilsin! Sen çok kıymetli bi parçanı - merhametini - ne yazık ki bir yerlerde düşürmüşsün. O yüzden o dizilere, haber programlarına falan da ağlama. Gülerler adama.

Ben böyle düşünüyorum.
Sert düşündüğümü söyleyenler olabilir.
Evet öyle. 
Ama yanlış düşünmediğimi biliyorum en azından.

Neyse.
Bu konuda henüz bilinçlenememiş kişilerin de en kısa zamanda bu algı seviyesine ulaşabilmelerini diliyorum. Çünkü dışarıda küçücük çaplı yardımlarımızla bile hayata tutunabilecek çok fazla masum can var.
Onların doğalarının üstüne sokaklar, binalar, yaşam alanları kurup, onların yaşam alanlarını daraltıp sonra da onları kovmaya, yok saymaya, aç bırakmaya hakkımız yok. 

Bencilliğin kimseye faydası yok. 
Ha ama bir gerçek var, evet, bencilsen daha mutlusun şu hayatta.
Ama o hayatta gerçekten kıymetli bir yer kaplıyor musun, işte o tartışılır canım kardeşim.

Herkese güzel haftasonları ve mutlu günler dilerim.


Foto kaynak; burası.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Laurent Chehere


Merhaba!
Tatlı Pazartesi'nin bu haftaki konuğu, 1972 doğumlu fransız fotoğrafçı Laurent Chehere ve onun Flying Houses (Uçan Evler) adlı serisi. Bu keyifli seri ile Pinterest'te tanıştım ve burada da paylaşmak istedim.
Sanatçının biyografisine, bu serinin ilham kaynaklarına ve diğer çalışmalarına ulaşmak isterseniz, sitesi burada.
Herkese mutlu, keyifli bir hafta dilerim!




23 Kasım 2013 Cumartesi

Atkıcı Geldi Hanım!



.. At Kenara, At Kenara ..

Hayatım boyunca örgü örmeye meraklı biri oldum.
Şimdi siz bunu okuyunca şöyle düşünüyorsunuzdur; hayatı boyunca örgü örmeye meraklıysa, yıllardır kimbilir ne güzel şeyler örüyordur! Kimbilir nasıl harikalar yaratıyordur!

Hemen cevabı yapıştırayım: 

I-ıh. 
Alakası bile yok!

Çevremde, kendilerine cici cici, rangarenk kazaklar örebilen arkadaşlarım vardı. Ben de çok hevesleniyordum tabii. Anneme gidiyordum, bana başlangıcını öğretiyordu. Ama ne yazık ki örgüde şu üçlü motifin dışına hiç çıkamadım:
Başla - sıkıl - kenara at.

Pıtı pıtı pıtı örmek güzeldi. Ama ilmek kaçırmak, sonra onu düzeltmeye çalışmak, düzelteyim derken üç beş ilmek daha kaçırmak,  onları da şişe geçirmeye çalışırken hepten aklımı kaçırmak... 
Başıma gelen hep buydu.
Ve sonuç: Eeeh, yetti be, seninle mi uğraşacağım! diyerek yumağı, şişi kenara atmak ve seneler sonra bir daha hevesim gelene kadar unutmak!

Hevesim yeniden geldiğinde ise yine anneme müracaat etmek, aynı şeyleri sil baştan öğrenmek, ilmekleri tekrar kaçırmak, ve tekrar kaçırmak, sonunda aman be öf deyip yine kenara atmak.
Anlayacağınız, tam bir maymun iştahlıklık ve tahammülsüzlük örneği.
Hal böyle olunca hayatım boyunca başladığım hiçbir örgüyü bitiremedim ve hatta 8-10 santimden daha uzun örülmüş bir parçam dahi olamadı!

Ta ki geçen kışa kadar!

.. Bu Sefer Azmettim! ..

Sokağımızda şirin bir tuhafiye dükkanı var. Sahipleriyle başka bir sebeple tanışmıştım, çok tatlı insanlardı ve ben de hadi şuradan yün alıp yeniden öğrenmeye başlayayım dedim.
Ve şişleri, yünleri kaptığım gibi koştur koştur yine annemin yanında aldım soluğu.
Hadi bana öğret!
Kadıncağız da ne yapsın, aynı şeyleri bilmem kaç bininci kez yeniden gösterdi. Yalnız bu sefer diğerlerine göre kesinlikle daha hevesli ve azimliydim. İçi rengarenk yünlerle dolu dükkanın hemen yanıbaşımda olmasından mıdır nedir bilemiyorum.:)
 
Ve zinciri kırdım sonunda! Bütün kış ördüm de ördüm. O kadar keyif aldım ve alıştım ki alt yazılı yabancı dizilerimizi izlerken bile şişlere hiç bakmadan örebiliyordum.
Yalnız küçük (!) bir sorun vardı. Örmeyi öğrenmiştim evet ama örgüyü başlatmayı ve bitirmeyi öğrenmemiştim!
Nasıl şey o öyle? demeyin.
Yeni bir yumak alıyordum ama başlamayı bilmediğim için anneme gidene kadar bekliyordum. Sonra ona başlatıp, kendim devam ediyordum. Niye ondan öğrenmedin? diyorsunuz tabii. Hem onun yapışından anlamadım açıkçası, hem de böylesi kolayıma gitti. Ve tabii örgüm bitince de kapatmayı bilmediğim için kenarda bekletiyor, yine anneme gidince ona kapattırıyordum. 
Bu da tam bir hazırcılık, tembellik - ve hadi daha da kanırtayım - embesillik örneğiydi.
Neyse...

Sonra bir ara anneme bir türlü gidemediğim bir dönemde, yeni örgüme başlamaya da çok hevesli olduğum için - bir zahmet! - internetten bakıp öğreniverdim hemen.

.. Atkı Atkı, Hep Atkı! ..

İlk örgüm kocaman yeşil bir atkıydı. O kadar geniş başlamışım ki ( daha doğrusu başlatmışım ki), ör ör bitmedi. Bittiğindeyse ben bayağı sağlam pratik yapmıştım doğal olarak.

Sonra yeni yünlerimi aldığımda kocam sordu:
- Aşkım şimdi ne öreceksin peki?
Adam sanki çok acayip bir şey sormuş gibi, benim cevabım:
- E atkııı....

Sonraki yünde garibim yine sordu:
- Bu sefer ne öreceksin?
- Tabii ki atkı öreceğim aşkım!

Ben böyle yünleri alıyor da alıyor, artık şişe mişe bakmadan pıtı pıtı örüyorum ya, iyice kıvama geldiğimi sandı zaar:
- Aşkım bana kar maskesi örsene!
- Neey! Kar maskesi mi? 
- Evet!
- Yahu ben ne anlarım kar maskesinden, git annene ördür sen onu.
- Ama ama...
- Yok ben yapamam onu. Atkı öreyim ben sana. Söyle bakayım ne renk istersin?
- !?!

Evet. Örgü kariyerim atkı sınırlarını aşamadı. Yünleri al, şişe geçir, dürt de dürt, dürt de dürt, uzasın uzasın atkı olsun. Kat ettiğim tek aşama; çizgili, çok renkli atkı örmek. Oh mis. Ben daha ne isterim?

.. Hava ile Köşe Kapmaca ..

Yazın şişleri elime bile almadım. E havalar sıcak olunca insanın öresi gelmiyor. Ama kasım ayı geldi, ruhum örgü örmek istemeye başladı, gel gör ki havalar hala ılık!
Ara ara şöyle bir serin hava dalgası geliyor, hadi gidip yeni yeni yünler alayım da öreyim diyorum, ama hooop ertesi gün yine yaz gelmiş! Pöf, hemen isteğim kaçıyor.

Böyle böyle diye diye bir türlü başlayamadım!

Sonra geçenlerde hava yine bir soğudu, ben de koştur koştur kendimi dükkana attım. Eve dönünce elimdeki yünleri gören kocama;
- Faik'e (a.k.a. yanaşma it Faik) kazak öreceğim! dedim. 
Kazak kelimesini duyunca adamın gözleri açıldı tabii.
Hemen yapıştırdım:
- Kolay kazak ama! İki tane dikdörtgen öreceğim, sonra kenarlarından dikeceğim! 

Beni çakal beni. 
Hayır düşünebiliyor musunuz o kenarları dikilmiş dikdörtgenin zavallı hayvanın üzerinde nasıl duracağını!.. Hiç de utanmıyorum, bir de kazak ördüm diye gezeceğim. Yazıklar olsun. :)
Her neyse, zaten yünü kara Faik'in üstüne şöyle bir tuttum, baktım, ı-ıh olmadı, kapadı hayvanı.
Boşver dedim kızım Faik'i maiki... Renk pek tatlı, sen bundan kendine atkı ör.
Ve nihayet sezonu açtım!...

Ama cidden merak ediyorum, acaba bu kış değişik bir şey örebilecek miyim yoksa, kalın atkı, çizgili atkı, ponponlu atkı, kareli atkı, dar atkı, çoook kocaman atkı, vırt atkı, zırt atkı vs... şeklinde dürtüp duracak mıyım yine?

Göreceğiz bakalım...


18 Kasım 2013 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Alexander Jansson


Merhaba sevgili okuyucular!..
Biliyorsunuz ki artık cumartesi günleri yazıyorum. 
Ama bunun, blogda sadece cumartesileri yayın olacağı anlamına gelmediğini ve hayatın renklerini ve tatlarını yakaladıkça sizlerle paylaşacağımı da belirtmiştim. Bu nedenle de hafta içinde sık sık bloga göz atmanızda fayda var demiştim.
Ve işte siz de geldiniz! Teşekkür ederim.:)

Bundan sonra Gökkuşağı Dosyası'nda yeni bir seriye daha başlıyorum!

"Tatlı Pazartesi"

Malum, "pazartesi sendromu" diye bir illet var, her bünyeyi etkileyen ve ruhları boğan. 
Ama neden haftamızın taptaze ve yepyeni bu ilk gününe bu haksızlığı yapıyoruz?!
İnsan olarak yeniliklere ve başlangıçlara pek meraklı olan bir doğamız varken, konu yepyeni bir haftanın ilk günü olan pazartesiye gelince neden hemen karaları bağlıyoruz? 

Çok saçma! Ve bence o sendrom, işini sevmeyenlerin uydurduğu bir safsata. Tamam tatil günlerinde ense yapmak süper güzel ama eğer işini çok seviyorsan da, pazartesi geldi diye ağlayıp bayılmazsın.

Ama illa ki ayılıp bayılacağım diyorsan da, bu bunalımı atmak için pazartesi sabahlarına keyif katacak bir şeyler bulmak, ruhu neşelendirmek, ilham perilerini kanatlandırmak lazım gelir.

Ben işimin de gereği olarak günlük hayatımda Pinterest'te fink atmaya, Behance'te dolaşmaya ya da bilimum tasarımcıların, sanatçıların ya da bu çalışmaları toplayanların sitelerinde gezinmeye bayılan bir insan evladıyım. Ve sürekli de, ah ne güzel, aman ne hoş dediğim çalışmalarla karşılaşıyorum doğal olarak.
Ve artık istiyorum ki, her pazartesi bunlardan birini (ya da birkaçını) sizlerle de paylaşayım. 
Ve eminim ki bu sadece sanata, tasarıma ilgisi olanların değil, güzelliğe, yaratıcılığa, ilginç dünyalara, renklere ilgisi olan herkesin de hoşuna gidecek bir seri olacaktır.

Yani kısacası; pazartesi sabahları ayaklarınızı sürüye sürüye ofise gireceksiniz, hafif titreyen ellerinizle kendinize bir kahve koyacaksınız ve benim burada ne b.k işim var ruh hali ve uykuyu alamamışlıktan buruşmuş suratınızla bilgisayarın başına oturacaksınız. Dünyaya, hayata, işinize vs.. saydırırken, eliniz siz farkında bile olmadan Gökkuşağı Dosyası'na tıklayacak.
Ve kendinizi birden Tatlı Pazartesi'nin içinde buluvereceksiniz!

Ha o haftanın paylaşımını ne kadar tatlı bulursunuz ya da bulur musunuz bilemem. Belki, amaan ne biçim çalışmalar koymuş, iyice içim karardı deyip bir vuruşta kahvenizi devireceksiniz ya da belki aman bunlar ne hoş şeylermiş deyip o haftanın serisinin sizi keyiflendirmesine izin vereceksiniz. Size kalmış.
Benim amacım, çoğu kişi tarafından lanetlenmiş pazartesi günlerini tatlandırabilmek! Haftaya beraberce keyifli, renkli bir başlangıç yapabilmek.

Kimileri eski tarihli, kimileri taze olan milyon tane iş görüyorum her gün. Beğendiklerimi de burada paylaşacağım.  
Mis.

Serinin ilk paylaşımını, işlerine hayran olduğum İsveçli illüstratör Alexander Jansson'a ayırdım. Çalışmalarına baktığımda,  yarattığı dünyaların içine karışıp  kaybolasım geliyor. Ve her bakışımda farklı bir detay yakalayabiliyorum. Sizin de çok hoşunuza gideceğini tahmin ediyorum.
(Sayfanın yüklenmesi biraz zaman alabilir belki, çok görsel var.)
Sanatçı ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek için; web sitesi burada.

Herkese müthiş bir yeni hafta diliyorum!.. Hayata dair, yeni günlere, başlangıçlara dair ilham perileriniz omzunuzdan eksik olmasın!



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...