Sayfalar

28 Nisan 2012 Cumartesi

The Walking Dead ve Bizim Haller



























Korku, gerilim türü filmleri severim ama bu konuda biraz eski kafalıyımdır. Mesela perili köşk - şaibeli ev filmlerini, katilin son sahnede belli olduğu ve o sahneye kadar herkesten tek tek şüphelendiğimiz, hop oturup hop kalktığımız  gerilim hikayelerini, kapı gıcırtılarını, aniden kesilen elektrikleri, alt kattan üst kata koşturan zavallı kızcağızları (bir kere de bir adam koşsun, hep kızlar koşar!), kendi kendine çarpan pencereleri çok severim. Ve özellikle de zekice yazılmış gizem çözme senaryolarına bayılırım. 
Ama bol kan ve vahşete hiç gelemem, içimi kaldırır.  Gereğinden fazla aksiyon ve silah gürültüsü de başımı fena halde şişirir, hiiiç sevmem. Öyle fantastik yaratıkların, koca koca gerçek dışı böceklerin, görsel efekte boğulmuş doğa üstü sahnelerin olduğu gerilim filmleri beni germez. Kısacası, gerçeklikten kopmayan, oradan buradan sekiz on gözlü, bilmem kaç kollu canavarların fırlamadığı geleneksel korku ve gerilim filmlerini tercih ediyorum.

Hal böyle olunca, içinde yaratık-vahşet-kan üçlüsünün hepsini birden barındıran zombi hikayeleri bana çok tersti şimdiye kadar. Zombilere dair sevdiğim tek şey, canım sevgilimin evde benim için yaptığı, kesinlikle çok iyi kotardığı ve beni gülmekten kırıp geçirdiği zombi taklitleriydi. Bunun dışında film ve dizi konusu olarak kesinlikle ilk sıralarda yer almıyordu benim için.


























Taa ki The Walking Dead ile tanışıncaya kadar. Gerçi bu diziyle tanışalı ve 6 bölümlük birinci sezonunu bitireli çok oldu. Ama 2011 Ekim ayında başlayan ikinci sezona biz ancak 3-4 gün önce başlayabildik. 
Ve esir olduk! Saatlerce izlemekten resmen zombiye bağladık.

İlk sezonu da keyifle izlemiştik ama altı bölüm daha biz diziye ısındık ısınacağız derken bitivermişti. İkinci sezonda ise tam anlamıyla içine girdik konunun. Gerçi bölümlerin çoğu benim kan, vıcık vıcık yaratıklar ve vahşet konusunudaki sınırlarımı oldukça zorladı ve hatta ara ara gerçekten midemin bulandığını da söyleyebilirim. Ama diğer yandan dramatik öğeleri de çok sağlam dizinin. Görsel yönden de çok başarılı buldum, insanı içine alıveriyor. Aylakların (zombiye öyle diyorlar) makyajları da gerçekten iğrenç ötesi. Çok başarılı olmuş yani. 

İzlerken sürekli diken üstündeydim. Bizim elemanlardan birinin arkasından aylak mı yaklaşıyor, ben lastik gibi geriliyorum, Aayy çekil çekil, arkana bakk! Ayy kaç kaç, geliyo, aman amann dikkatt, koş koşş, ıyy değdi mi, oyy ısırdı mı eyvahh modundaydım hep! Sevgilimin de benden pek farkı yoktu zira. Her an her yerden pörtleyebiliyorlardı çünkü! Uzayan ve büyük afiyetle yenen bağırsaklar ve patlayan kafalar görmekten fenalık gelmedi dersem yalan olur. Hatta rüyama bile girdi zombi kardeşler, o derece yani. Ama dizinin bütünü bence o kadar başarılıydı ki, o kadar mide bulantısı da olsun dedim. (Zaten ana haber bültenlerine alışkın bir nesiliz sonuçta.)







İzlerken bazı karakterlerin ölümlerine fena halde üzüldük... Aylakların da eskiden insan olduğu gerçeği ile yüzleşiyor insan ve  bazen onlar için bile üzülebiliyorsun. Ama o merhamet gösterdiğin aylak dilini uzata uzata, devrile kaykıla bizim elemanlara yanaşınca acıma duygusu yine sıfıra iniveriyor tabii.:) 

Başroldeki hatunun kocasını öldü zannettiği için fırsatı fırsat bilip kocasının ortağı ile işi pişirmesine, bir de üstelik pişkin pişkin ben onu öldü sanmıştım deyişine köpürdük, sinir olduk. Ölmeyip gelen kocanın bu duruma karşı takındığı rahat tavırlara bakıp oooh ne geniş adammışsın sen de bee deyip, bir posta da ona giydirdik... SPOILER/Ama dizinin sonunda adi ortağın da aylağa dönüştüğünü görüp bir keyiflendik ki sorma gitsin.


























İzlerken her duyguyu yaşadık, hop oturduk hop kalktık, bolca heyecanlandık. Kısacası fena kaptırdık bu diziye. Öyle ki ben de kendimi evde ayağımı sürüye sürüye yürür ve kreehh kıeaahh körrhh gibi sesler çıkararak sevgilime zibidilikler yapar halde buldum sonunda! Ve hatta o kadar ruhumuza işlemiş ki dizi, kendimize zombi makyaj setleri, zombi lensleri alalım, birbirimizi boyayalım ve zombi kısaları yazıp  videoya çekelim diye de düşündük. İhmal etmezsek yapacağız inşallah. Zira on üç bölümü iki-üç günde kuruttuk. Bundan sonra iş başa düştü yani.

Kısacası, şimdiye kadar anti-zombi olarak yaşamış bir insan olmama rağmen ben bu diziyi çok sevdim. Üçüncü sezonu büyük bir keyifle ve evde ayağımı sürüye sürüye bekleyeceğim. 
Henüz başlamamış olanlara da kesinlikle öneriyorum. Ha midem kaldırmaz dersen, yanına bir torba alıverirsin olur biter. Yok o da olmaz dersen, benim gibi elinle yüzünü kapatır, parmaklarının arasından izlersin bazı sahneleri. 

Sonuçta güzel dizi. Kaçırmayın derim.

Fotoğraflar: www.amctv.com

13 Nisan 2012 Cuma

Küçük Mucize Odaları



Çeşit çeşit, birbirine benzeyen ya da benzemeyen evlerde yaşıyoruz. Kimimizin kocaman bir  dairesi ya da villası var, kimimiz ise nohut oda - bakla sofa tabir edilen minik bir yuvada  kuruyor dünyasını. 1 odalı, 3 odalı, 5 odalı, bilmem kaç banyolu, salonlu evler bunlar. Bazen gelişigüzel, bazen de tonla para harcanarak döşeniyor içindeki odalar. Kimisi bulduğunu koyuyor, kimisi en trend mobilyalarla donatıyor ortamını... Ve hepsinin bir adı oluyor mutlaka: yatak odası, oturma odası, giyinme odası, çalışma odası, çocuk odası diye sınıflanıyorlar.

Ama bir de herhangi bir sınıfa girmeyen, tanımı olmayan  odalar var... Şu odası ya da bu odası diye etiketlenmeyi hak edebilecek kadar büyük ya da işlevsel olmayan çıkıntı odalar bunlar... Genelde evin fazlalıklarının, pılı pırtının konulduğu; kışın yazlıkların, yazın da kışlıkların kaldırıldığı ama depo odası etiketine de layık görülmeyen,  karanlık, kimliksiz, kendi haline terk edilmiş dışlama odalar... 
Aslında bir nevi bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur odaları bunlar. Şu silik kızı bi tımara sok, iki makyaj yap ilik gibi olur üüüfff deriz ya bazı kişiler için. O hesap. Aynı şey bu odalar için de geçerli. Kendi haline terk ettiğin zaman kişiliksiz, bakımsız ve değersiz bir alan olarak kalırlar.  Ama el verip güzelleştirmeye karar verirsen, hele bir de ruhunu katarsan bambaşka bir yere dönüşüverir o izbelik. Bambaşka. Gönlünden kopan renklere boyadığın, görmekten mutluluk duyduğun parçalarla donattığın ve üstelik hiç kimsenin evinde olmayan bir oda çıkmış olur ortaya. Kat planlarındaki şu odası, bu odası klişelerini yıkan, alt kattaki Falanca Teyze'de ya da üst kattaki Filanca Abla'da olmayan, kişiliğiyle, işleviyle, ismiyle ve ruhuyla sadece sana ait olan bir küçük mucize odası...Yoktan var olan, çirkinden güzele dönüşen, senin mutluluklarınla, hayallerinle, ruhunla aydınlanan ve anlamlanan bir küçük dünya. 

3 + 1 + mucize odası. 

Bunu yaratmak mümkün. Ve sadece evlerde değil, yaşamın her alanında yaratmak mümkün küçük mucize odalarını. Eğer hayatımızın bütünü bir ev ve hayatımızın yılları, ayları ya da haftaları odalar ise; hayat evimizde ismi cismi belli olan odalarımızın yanı sıra, istediğimiz kadar küçük mucize odaları yaratabiliriz.
Bizim için herhangi bir şey ifade etmeyen, sıradan, öylesine, rengi gri bir günü bile küçük eklentilerle bir küçük mucize gününe çevirebiliriz. Tatile çıkmamız, partiye gitmemiz, eşimizle herhangi özel bir şey yapmamız, hoplayıp dans etmemiz, öyle büyük olaylara girmemiz de gerekmez. Sadece bize keyif veren küçücük bir şeyi yapmamız bile yeter. 

İnsanlar ciddi şekilde pazartesi sendromu yaşıyorlar mesela. Haftanın başı, güzel haftasonundan sonraki ilk iş günü diye.  Oysa bu sevimsiz günü, her pazartesi kendilerini özellikle mutlu eden bir şeyi yaparak ya da kendilerine bir minik hediye alarak daha sevimli ve hatta beklenen bir gün haline getirebilirler. Yani öyle ki, cumalar ve cumartesiler hayat evimizin en konforlu ve gözde odaları iken; pazartesiler de kendine has bir özelliği ve güzelliği olan, kendi kişiliğine sahip olan ve iple çekilen küçük mucize günleri olabilirler. Neden olmasın? 

Sen yapıyorsan olur. Sen hayatını, haftanı, gününü, odanı, dünyanı hangi renge boyuyorsan yaşadığın her şey de o renge bürünür. 
Çirkin odalar yok bu hayatta. Özenilmemiş, kendi haline bırakılmış ve henüz güzelleştirilememiş odalar var yalnızca...

Süpriz yapmayı bekleyen, dokunanın şansı olacak, onun ruhunu yansıtacak olan muhteşem odalar var...


7 Nisan 2012 Cumartesi

Benim Bahar Çiçeklerim



Hayatta bazı anlar vardır; o anda içiniz çoşku ile dolup taşar, mutluluktan yüzünüz aydınlanıverir, gülümsemenizin tüm yüzünüze kocaman yayıldığını hissedersiniz. O an birden çocuk oluverirsiniz, en masum sevinçleriniz ortaya çıkar, yüreğinizi öyle bir neşe kaplar ki, yerinizde duramaz, zıp zıp zıplamak istersiniz. Hayatın tüm dertleri, tasaları, grileri, siyahları o an için donar, susar, yok olur hatta. Neşeye, umuda, mutluluğa, dinginliğe, sevince ve coşkuya dair  var olan her zerre o  tek bir anda hayat buluverir. 

Bu benim için, her bahar, ağaçların çiçek açtığını gördüğüm andır. Ben her bahar bunu yaşarım. Çiçek açan ilk ağacı gördüğümde, o çiçekler sanki ruhumda açmış gibi sevinçle dolarım. Ve hemen boyuma en yakın dalı tutar, hafifçe kendime çeker, çiçeği önce koklar sonra da öperim. Bunun bana verdiği mutluluğu tarif etmeme imkan yok. O minicik çiçeklerin her birinin benim için ne kadar büyük anlamı olduğunu anlatamam.

Bu sene ilk bahar çiçeklerimi gördüğümde - daha doğrusu görüdüğümü sandığımda - arabadaydım. Ay ay ayyy diye zıpladım yerimde. İki yolun arasındaki yeşillikte, minik bir ağacın üstündeydiler ve arabada olduğum için, onları öpemeyeceğim için fena halde hayıflandım. Ama uzun sürmedi bu hayıflanmam çünkü mest olmuş bir şekilde boynumu uzatıp bakmaya çalışırken bir gördüm ki çiçekler plastikmiş! Belediyenin süslerini görünce coşmuşum meğer. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim.
Sevgili çiçeklerimi - gerçekten - ilk görüşümde ise Bakırköy'deydim. Çarşının en işlek yerinde, kocaman bir ağacın üstünde ve çok yüksekteydiler. Hal böyle olunca öpüp koklamak yine mümkün olamadı, hayran hayran bakmakla yetindim. Ama bir sonraki görüşümde boyuma yakın yerde yakaladım onları ve hemen atladım tabii. Senelerdir yapıyorum bunu, öpüyorum onları. Hoşgeldiniz diyorum kendimce.


Ve ne kadar şanslıymışım ki, evimin etrafında çoğunlukla çam ağaçları olmasına rağmen, sokağımdaki çiçeği olan tek ağaç tam da benim penceremin önünde açtı o güzel çiçeklerini! Buraya taşındığımızda bu narin, zarif ağacın yemyeşil yaprakları vardı, kısa zamanda kuruyup, savrula savrula döküldü hepsi, cıscıbır kaldı ağaç. Bitmek bilmeyen karlar yağdı da yağdı üstüne yavrumun haftalarca. Ama yaklaşık on gün önce o kupkuru dallardan minik minik beyazlıklar görünmeye başladı. Sonra bir çiçek açtı, ardından iki oldu, üç oldu, beş oldu derken şiir gibi bir görüntüye büründü. Ve bahar çiçeklerine bu kadar düşkün bir insan olarak ben her anına tanıklık ettim bu güzelliğin. Sabahları penceremi her açışımda çok mutlu oldum günlerce. Sürekli pencereye gidip gidip seyrettim doya doya. Şimdi ise zarif dallarının uçlarından gencecik, taze yapraklar çıkmaya başladı. Çiçekler ise hafif rüzgarlarda bile kopup uçuşuyorlar, etrafa saçılıyorlar artık. Yapraklara ve belki de meyvelere bırakacaklar yerlerini çok kısa bir süre sonra. Ama nasıl ilk çiçekten beri keyifle takip ettiysem her hallerini, son çiçek de uçup gidinceye kadar seyredip, tadını çıkaracağım.
Bunca sert ve soğuk geçen bir kıştan sonra açan bu güzelim çiçekler o kadar değerli ki aslında. Anlamları o kadar derin ve büyük ki. Açıkçası, bu narin ağacın üzerinde açan her çiçekle birlikte, şu hayatta gereksiz yere dert ettiğim şeyler için utandım. Öylesine büyük bir umut ve coşku barındırıyor ki bu çiçekler, onların olduğu yerde, onları göre göre karamsarlık yapamıyor insan.


Çok seviyorum onları. Sonbaharda doğmama rağmen, bu güzel çiçeklerin verdiği coşku ile her bahar yeni bir hayat başlatıyorum içimde. 
Onlarla birlikte ben de her bahar yeniden doğuyorum.


Fotoğraf: Gökhan Çoğal
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...