Sayfalar

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Acaba Köpek Sahibi Olmaya Hazır mısın?


(Geçen yaz hasta vaziyette bulup iyileştirdiğimiz ve uzuuun süre yuva aramamıza rağmen sahiplendiremediğimiz Faik kızımız için blog açmıştım. Tabii artık ona yuva aramıyoruz, bizim kızımız oldu. Ama geçen yaz o blogda, köpek sahiplenmeyi düşünenler için yazdığım bir yazımı bugün sizlerle  paylaşmak istiyorum, malum önümüz yaz. İnsanlar bu mevsimde köpek sahiplenmek için ekstra hevesli oluyorlar ama paldır küldür, düşünülmeden alınan köpeciklerin sonu çok fena oluyor genelde.
Eğer bir köpeğiniz olsun istiyorsanız ya da isteyen birini tanıyorsanız lütfen bu yazıyı okuyun, okutun. )
http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=473905






















Köpek Sahibi Olmaya Hazır mısın?

Köpek sahibi olabilmek için yerine getirmeniz gereken şartlar ve sahip olmanız gereken bazı özellikler vardır. Bunların hiçbiri yazılı kurallar değildir elbette. Ama eğer siz bu şartlara ve özelliklere sahip değilseniz, LÜTFEN köpek sahiplenmeyin. En azından bunları yerine getirebileceğiniz zamana kadar bekleyin. Bu yazıyı okuyarak siz de kendinizi test etmiş olacaksınız. Bakalım bir köpek evlat edinmeye hazır mısınız?

ÖMÜRLÜK YUVA

Köpekler heves objesi, karne ya da doğum günü hediyesi, yazlık eğlencesi değildir. Deneme tahtası hiç değildir. "Şimdi alayım da, bakamazsam bırakırım." diyemezsiniz. Köpek içinde bulunduğu yuvaya ve sahibine derinden bağlanır ve onu bırakmanız halinde büyük üzüntü, çöküntü yaşar. KÖPEK EVLATTIR. Onu ailenizin bir bireyi gibi görmeli ve öyle davranmalısınz. Bu nedenle bir köpeği evlat edinmeden önce ona ömrünün sonuna kadar bakabileceğinizden EMİN OLMANIZ gerekmektedir. Bir köpeğe, her koşulda, ömrünün sonuna kadar bakabileceğinizden emin değilseniz LÜTFEN ALMAYIN. Lütfen o köpeğin günahına girmeyin. Sizden daha iyi bir sahibi olması şansını kapatmayın.

BAHANELER.
İnsanların emin olmadan köpek sahiplenip, sonra da pişman olduklarında o köpeği BIRAKMAK için öne sürdükleri bahaneler bellidir. İşte bunlardan bazıları ve bizim onlara cevabımız.
 

1 - Apartmadan şikayet geliyor.
Köpek almadan önce, apartman yönetmeliğinizde "evcil hayvan besleme" konusunda bir yasak olup olmadığını kontrol edin. Bunun dışında, apartmadan şikayet geliyor olması sizin onu bırakmanızı gerektirmez. Eğer o sizin evladınız ise, şikayet eden kişilerle de mücadele etmeyi bilirsiniz. Çocuğunuz gürültü patırtı yaptığında da şikayet gelebilir. Ama kimse "çocuğu gönder" demez. Köpeğinize de bunu söylemeye hakları yoktur.
 

2 - Karım/kocam/annem/babam vs. istemedi.
Önceden aklınız neredeydi? Bir hayvanı evinize almadan önce, o evde yaşayan herkesin tam onayını almanız gerekiyor. Evin tüm bireylerinin o köpeği "çok istemesi" gerekiyor!.. Unutmayın, zoraki ikna edilmiş kişilerin ileride sorun çıkarma ihtimalleri çok yüksektir. Ve sonuçta olan köpeğe olur. Yazık değil mi? Bu nedenle,  o köpek ile yaşayacak herkesin onu gerçekten istemesi şart. 


http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=1171945
  















3- Çok tüy döküyor.
Ee ne olmuş yani? Sonuçta bir köpek o, tabii ki tüyleri dökülecek. Karınızın saçları, kocanızın kılları da dökülmüyor mu? Onları kapı dışarı ediyor musunuz? O zaman köpeğin günahı ne? Bir köpek elbette tüylerini döker. Ama bu hiç de endişe edilecek bir durum değil. Çünkü genelde köpeklerin yoğun tüy döküşleri mevsimseldir.  Ayrıca köpeğin ırkına göre de değişir. Nasıl beslediğiniz de çok önemlidir. Kaliteli ve onun yapısına uygun bir mama ile beslerseniz, tüy dökmesini en aza indirmiş olursunuz. Zaten ben kendi köpeğimde hiç önemsemiyorum bu durumu. Kist aşısını yaptırdıktan sonra ve evimde elektrikli süpürge olduktan sonra, ne olmuş yani?

http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=739830
http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=163137















4- Bebeğimiz olacak.
Buna da "Eee?" demek istiyorum. Bebeğinizin olması köpek bakmanıza engel mi? Eğer sağlık konusunda endişeleniyorsanız, batıda her ailenin bir köpeği var. Bebekleri, çocukları hep köpeklerle birlikte büyüyor. Ve bu o çocukların ruhsal ve zihinsel gelişimini de OLUMLU YÖNDE etkiliyor üstelik. Bendensel sağlıkları da mis gibi, en ufak problem yaşamıyorlar. Siz köpeğinizin aşılarını düzenli yaptırısanız, köpeğinize iyi bakarsanız, ondan bebeğinize hiçbir zarar gelmez. Aksine yarar gelir.
Şunu diyenler de var: "Benim köpeğim var ama bebeğim olacak, hem köpek hem bebek benim için zor olacak, o yüzden köpeği vereceğim." Ben yine aklın neredeydi diye sorarım! Genç bir çift olarak köpek sahiplenirken, ileride bir bebeğiniz olabileceğini düşünmediniz mi? "Bebeğimiz olursa köpeği veririz" diyerek mi sahiplendiniz en baştan? E YAZIKLAR OLSUN O ZAMAN SİZE! 

Ancak "Bebeğim, hatta bebeklerim olsa da köpeğimi asla bırakmam, bebeklerim köpeğim ile birlikte büyüyecek." diyen genç çiftler köpek evlat edinmeli. Aksini düşünenler köpeklerden uzak dursun.
 

5- Başka şehire/ülkeye taşınıyoruz.
İşte beni en çok kızdıran tiplerden biri bu tip. Taşınıyorsan köpeğini de götür. O senin evladın değil mi? Kendi çocuğunu taşınırken geride mi bırakıyorsun? O zaman niye bu garibanı bırakıyorsun? O senin ailenin parçası değil mi? Biz planlarımızı yaparken köpeğimizin de mutlaka içinde bulunacağı şekilde yapıyoruz. Kısa süreli sehayatlerde annemlere bırakıyoruz ama uzun vadeli planlarımızı hep "dörtlü" olarak düşünerek yapıyoruz. Mesela ben asla köpeklerimizin kabul edilmeyeceği bir yabancı ülkeye taşınmam. Biz onlarla birlikte bir aileyiz. Bu nedenle de hayatımızda attığımız adımları tüm aileye uyacak şekilde atıyoruz. "Ömürlük yuva" derken bundan bahsediyoruz işte. Bu hayvan sizin ailenizin parçası olacak mı? Evet mi? O zaman tabii ki taşınma vs. gibi durumlara karar verirken onu da yanınızda götürebileceğiniz şekilde karar vermeniz gerekiyor.
 

http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=1197001





















6-  Eve çiş yapıyor.
Bir köpek ancak yavruluk döneminde eve çiş yapar. Henüz tuvalet terbiyesi olmadığı için. Bu terbiyeyi sizin vermeniz gerekiyor. Herkes "yavru" köpek almak ister. İster ama bebecik eve  çiş kaka yapıverince de "Ayyy ben uğraşamam bununlaa!" derler. Ee yavru köpek istiyorsanız, birkaç hafta sabredeceksiniz... Bir süre çiş kaka temizlemekten gocunacak kişi zaten bir köpeğin ömürlük sorumluluğunu da alamaz. Ve siz yavru köpeğinizle iyi ilgilenirseniz, onu düzenli dışarı çıkartırsanız kısa süre içinde EVE DEĞİL DIŞARIYA YAPMAYA alışacak ve sonrasında zaten çok rahat edeceksiniz. Yani bu tuvalet terbiyesi hiç de öyle gözde büyütülecek bir şey değil. Eğer şunu diyebiliyorsanız sorun yok: "Ben bu köpeği bebekken aldım. Tabii ki bir süre eve kabahat yapabilir, sonuçta o bir bebek. Ve o benim evladım, ben onu dışarı yapmaya en kısa zamanda alıştıracağım."

http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=942972
http://www.freeimages.com/browse.phtml?f=view&id=745370
















7- Onunla özgürlüğümüz kısıtlanıyor, istediğimiz gibi gezemiyoruz.
Bu da baştan düşünülmesi gereken şeylerden biri. Tabii kişilerin özgürlük anlayışına göre de değişir. Ben köpek sahibi olmak için bir aracınız olması gerektiğine inanıyorum. O zaman köpeğinizi yanınıza katar gezersiniz. Size çok güzel arkadaş olur. Ama bir köpeği evlat edinmeden önce hayatınızdaki gezmeleri bir gözden geçirin. Sık seyahat eden ve otellerde kalan biriyseniz ve yokluğunuzda köpeğinizi emanet edebileceğiniz bir yakınınız yok ise köpek bakmak sizin için zor olacaktır. O nedenle bunları iyi düşünün ve en baştan almayın.
 

8- Alerjim çıktı.
Artık bu çağda alerjiler hayvan beslemeye engel değil. Ancak beslememeye bahane!  Bir arkadaşımın yıllar önce anlattığı şeyi hiç unutmam. Kızcağıza astım teşhisi konmuş. Doktoru da "Sigarayı bırakacaksın. Kedini de hemen vereceksin." demiş. "Sigarayı hemen bıraktım ama kedimi asla vermedim." dedi arkadaşım. Ve hiçbir olumsuzluk olmadığı gibi, kedisi ile birlikte gayet sağlıklı, mutlu şekilde yaşıyor. Tıpta her şeyin bir çaresi, bir ilacı var artık. Siz yeter ki kedinizi / köpeğinizi yanınızda tutmak isteyin.
 

9- Yaşlandı / Hasta oldu.
Köpeğini yaşlandığı ya da hasta olduğu için terk edenlere hiç uzun uzun cevap yazmayacağım, sadece şunu söyleyeceğim.: "İNŞALLAH SEN DE HASTALANIP, YAŞLANDIĞINDA, İLGİYE VE BAKIMA EN İHTİYAÇ DUYDUĞUN ZAMANDA, EVLATLARIN TARAFINDAN SOKAĞA TERK EDİLİRSİN."
 

10- Havlıyor
Hadi ya? Ciddi misin? Havlıyor ha? O bir köpek ve havlıyor ha, inanılacak iş değil!? :)) Şaka bir yana, köpektir tabii ki havlayabilir ama havlama özellikleri ırktan ırka değişir. Küçük ırkların daha yaygaracı olduğu, seslerinin daha tiz çıktığı bilinir. Büyük köpekler ise daha sakindir genelde. Ama mesela benim Mısır'ım terrier olmasına rağmen hiiiç kapıya falan havlamaz, yaygarası yoktur öyle sese falan. Bu havlama konusu tabii onun cins özelliği ile ilgili ama sizin eğitiminiz de çok önemli. Baştan şımartmaz, havlamasını ödüllendirecek davranışlarda bulunmazsanız ona göre yetişecektir diye düşünüyorum.


Evet. Gördüğünüz gibi bir köpeğin sorumluluğunu almak hem zor, hem de çok kolay. Kişiye göre değişiyor yani. Eğer onu gerçekten ailenizin içine kattıysanız ve evlat gibi seviyorsanız, zaten olası zorlukları hiç batmıyor. Zor gelmiyor yani insana. Çünkü o köpek öyle bir mutluluk yaşatıyor ki size, hiçbir şeyi gözünüz görmüyor!... Değil onu şu ya da bu sebepten terk edip bunalımlara sürüklemek, gün içinde en ufak bir şeye üzülecek diye bile içiniz titriyor.
Yani diyeceğim o ki onu "EVİMİZİN KÖPEĞİ" olarak değil, "EVİMİZİN BİREYİ" olarak görmeniz şart. Bu şekilde olmayacaksa LÜTFEN ve LÜTFEN köpek evlat edinmeyin.

Barınaklara gidin, köpekleri sevin, onlarla ilgilenin. Sokaktaki sevgiye muhtaç köpecikleri sevin, besleyin. Ama eğer ömür boyu bakamayacaksanız ve sonradan sokağa, barınağa terk edecekseniz, lütfen baştan evinize almayın! 

(Not: Ben bu yazıyı köpek annesi olduğum için yazdım. Ama tabii ki yazdığım her kelime, kedi ya da herhangi bir canlı sahiplenmeyi düşünenler için de geçerlidir. Her hayvanın bakımı ya da zorluğu farklı ama ÖMÜRLÜK SAHİPLENME kavramı tektir.)

Fotoğrafların kaynaklarına ulaşmak için üstlerine tıklayınız.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Kitap Keyfi!


Can sıkıntısı denilen şeyi yaşayan insanlara, herhangi bir yerde, herhangi bir süre boyunca yalnız kalmam gerektiğinde bana, "Sıkılmıyor musun?" diye soran kişilere çok şaşırıyorum.
Sıkılmak mı? O da ne ki?
Canımın sıkılması mümkün değil, hayatta yapacak çok şey var, hiçbir şey olmasa, kitaplar var!
Ve elimin altında kitaplar olduğu sürece sıkılmak ne mümkün?

Bu hafta Tatlı Pazartesi'yi kitaplara ayırdım. Daha doğrusu çeşit çeşit insanların, çeşit çeşit kitap okuma hallerine. Aylar önce Pinterest'te Readers isimli bir pano başlatmış ve kimi film ya da reklam karelerinden, dergi çekimlerinden, kimiyse gerçek hayattan kitap okuyan insan fotoğraflarını toparlamıştım. Birkaç tane de yeni ekledim ve bu hafta Tatlı Pazartesi'mizin konukları bunlar olsun istedim.

Fotoğraflara bakınca eminim birçoğunuz işinizi gücünüzü bırakıp, mis kokulu bir kahve yapıp, en sevdiğiniz kitabınızı kapıp, şöyle huzurlu bir köşeye kıvrılmak isteyeceksiniz. Tabii yine birçoğunuzun bunu yapmak için akşamı beklemesi gerekecek. Olsun.:) Geç olsun güç olmasın.:)
Pinterest'teki Readers panom için sizi buraya, tüm panolarımı görebilmeniz için de buraya alayım.
Herkese çok mutlu bir hafta dilerim, kitaplar gününüzden hiç eksik olmasın!


24 Mayıs 2014 Cumartesi

İliklerinde Hissettiğin "O AN".






















Bazı anlar var ki hayatta, bir anlığına durup içinde olduğun ortama bakıyorsun ve inanılmaz huzurlu, mutlu ve şanslı hissediyorsun. Bu büyük mutluluğu hissetmek için çok büyük bir sevinç yaşamak gerekmiyor.

Tependen paralar yağması, muhteşem haberler almış olmak ya da çok eğlenceli, çok keyifli bir mekanda olmak gerekmiyor. Tanımı yapılabilen bir güzelliği yaşıyor olmak bile gerekmiyor hatta.
Sadece o an yetiyor bazen.
Aslında gün içinde çokça tekrarladığın, belki hiç üstünde durup düşünmeden yüzlercesini ard arda yaşadığın o dakikalardan birinde durup, tam o anı iliklerinde hissedip, "Ben ne kadar şanslıyım!" demek.

Bir cuma öğleden sonrası. 
Son günlerde zihinsel ve fiziksel olarak biraz fazlaca yormuşum kendimi. Bu yorgunlukla serilmişim kanepeye. Sıcacık kahvem, kitabım, defterim ve kalemlerim yanımda. Dışarısı aydınlık, pırıl pırıl. Tül perdeler hafif hafif dalgalanıyor.
Yemek sofrasından kalkan sevgili kocam, aslında içeri gidip çalışması gerekirken, rehavetine karşı koyamayıp kanepede uyuyakalıyor... Üstünü örtüyorum.
Mısır onun yanında boylu boyunca yatıyor, hafiften horlayarak. Faik ise yerde.
Hepsi uyuyor. Ortam o kadar sessiz, o kadar dingin ki...
İşte o anda onlara bakıyorum, dışarıdan kendime bakıyorum, içinde bulunduğum ortamdaki ve onların yanındaki Eylül'e bakıyorum ve işte o an içim tarifsiz bir mutluluk ve minnetle doluyor.
İşte benim minik, şirin ailem diyorum. Bütün yorgunluğum kollarımdan, bacaklarımdan akıp gidiyor sanki... Kocam kendini çok mutlu hissettiği anlarda bazen bize bakar, bakar ve "Ne şanslı bir adamım ben ya!" der.:) (Hatta "adamım" yerine başka bir kelime kullanır ama o da bize özel kalsın.;)
İşte ben de şu anda kendimi aynen öyle hissediyorum.

Oysa ki bu kanepeye - yine- bambaşka bir konuda yazmak için oturmuştum.
Çocukluğumdan beri içimde taşıdığım yazma aşkım olacaktı cumartesi yazımın konusu ama bir anda, içimdeki bu hisleri yazmak istedim.
Hızla akıp giden hayatımızda, yavaşlatıp da farkına varabildiğimiz çok özel anlardan biri oldu benim için.
Yorulduktan sonra gevşediğim için mi, bugün okulda üzücü bir vefat durumu yaşandığı ve bundan oldukça etkilendiğim için mi, yoksa hayatıma ve yarınlara duyduğum umuttan mı bilemiyorum, sahip olduğum her şey için kendimi gerçekten şanslı hissettim.
Sadece şu dingin anı yaşayabiliyor olduğum için bile çok huzurlu hissettim.
Keşke her an bu farkındalığı yaşayabilsek ama olamıyor tabii. Elimizden geldiğince anlarımızın tadını çıkarmaya çalışsak da, bir an geliyor, insan telaşlar, koşturmacalar, panik halleri içinde kaybediyor kendini.
Ama bunu yapmak lazım. Hem de sık sık yapmak lazım. En sıradan anı bile yavaşlatıp, ona şöyle bir dışarıdan bakmak ve aslında - değil sıradan olmak - aslında ne kadar kıymetli bir an olduğunu idrak etmek lazım.
Sanırım o zaman hayat çok daha lezzetli, çok daha anlamlı bir hal alır. Daha doğrusu, biz ne kadar lezzetli ve anlamlı anlara zaten sahip olduğumuzu görmüş oluruz.
Ne büyük servet.
Aslında hepimiz koca birer hazine sandığı taşıyoruz ruhumuzda ama anahtarının da yine kendi içimizde olduğundan haberimiz yok. Ya da belki bile bile yok sayıyoruz.
Ama bence hayat, güzel anları yok sayamayacağımız kadar kısa. Ya da en azından süprizli diyelim ve süprizler her zaman güzel olmuyor.
Tadıyla yaşanan anlarla ise, hayat aslında uzun ve keyifli bir serüven.

Bu kız bu hafta niye böyle kişisel gelişimciye bağladı diyeceksiniz. 
Deyin.:) Ben bozulmam.:)
Yaşadığım an yavaşladı, ben o ana dokundum ve paylaşmak istedim.

Yazma sevdam ile ilgili yazıyı (belki) haftaya yazarım artık.

Bu arada, uzun yıllar evvel, o zaman sevgilim olan kocamın bana gönderdiği çoook eski bir Hitit duası olan "Tanrı'm Beni Yavaşlat" tam da işte bugünkü moduma uygun düşüyor. Ne kadar severim bu duayı ama yıllar olmuş okumayalı. Şimdi tekrar internetten aldım, sizinle de paylaşıyorum.
Siz de bu yazıyı ve duayı okurken bir an durup çevrenize bakarak, her ne olursa olsun içinde bulunduğunuz anın ister kocaman, ister minik minik güzelliklerini yakalayabilirsiniz. 
Güzel haftasonları dilerim!

...

Tanrı'm, beni yavaşlat.

Aklımı sakinleştirerek, kalbimi dinlendir.

Zamanın sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı dengele.

Günün karmaşası içinde, bana, sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.

Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.

Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret. 

Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kedi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi (bu bana gelmez:), hülyalara dalabilmeyi öğret.

Her gün bana kaplumbağa ve tavşan masalını hatırlat.

Hatırlat ki, yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.

Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması, yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır.

Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.

Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlam olarak yükseleyim.

Ve hepsinden önemlisi... 

Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, 
değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, 
ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver.
...

(Son not: Bu duanın gerçek olmadığı da söyleniyormuş. Açıkçası öyleyse bile hiç umurumda değil. Anlamı ve ne dediği önemli benim için.)




16 Mayıs 2014 Cuma

.. Cumartesi Yazısı ve Tatlı Pazartesi Yok ..























Şu günlerde zihinlerimiz, yüreklerimiz oradan oraya savruluyor.
Yazacak çok fazla şey olmasına rağmen, bende yazacak güç yok.
Daha doğrusu, "Cumartesi oldu, hadi yazı yazmalıyım, pazartesi geldi, Tatlı Pazartesi yapmalıyım!" moduna giremiyorum. Olmuyor açıkçası.
O kadar midem bulanıyor ki yine bazı şeylere, artık değil yazmak, düşünürken bile yüreğim daralıyor.

Yine her zamanki gibi yaramıza fena halde tuz basılıyor birileri tarafından, Allah onların bin kere cezasını versin. Beter olsunlar diyorum, başka ne diyeyim.

Neyse, kısacası, bu hafta yazı günlerime sadık kalamayacağımı bildirmek isterim. 
Arada yazar mıyım, bilmiyorum. Tamamen moduma bağlı.

Hepimize sabırlar diliyorum. 
Hem ülkece yaşadığımız acı için,
hem de yine ülkenin aydınlık insanları olarak katlanmak zorunda kaldığımız PİSLİK için.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma'nın Etkisi


Bazen gerçekten yazacak, çizecek hiçbir şey bulamıyorum.
Böyle ruh gibi, dumur hali yaşıyorum.
Ben her şeyi yazarım.
Her sevincimi, her öfkemi, acımı, içimde, dışımda duyduğum, hissettiğim her şeyi en iyi yazarak ifade edebilirim...
Ama bazen olmuyor.
Kelimeler yeter yetmesine de, illa ki içimdekileri ifade edecek cümleler bulurum da....bazen ruhum yetmiyor.
Bugün öyleyim.
Şaşkın şaşkın kaldım öyle.
Affola.



12 Mayıs 2014 Pazartesi

Unutkan Pazartesi


Sakin, durgun, ılık bir Bodrum sabahından merhaba!
Birkaç gündür yazlık evin banyo tadilatı ile uğraşıyoruz.
Dün ilk defa adam gibi dinlenebildik ama bugün sıva işi için tekrar çalışmaya başlanacak.
Sabahın kör saatinde, gözler yarı açık vaziyette annemlerin evinden çıkmış, kendi evimize gidiyorduk ki... Arabada birden "Ayyy!" dedim! "Ne oldu?" dedi kocam, "Tatlı Pazartesi'yi unuttum yahu!" dedim.
İşte bu bütün yukarıdakileri yazmamın sebebi budur.
Tatlı Pazartesi'yi unuttuuuum!
Geçmiş olsun.
Zaten şu andan sonra kastırıp bir seri yapmaya kalkacak olsam da, rahat ve yumuşak yataklarında mışıl mışıl uyuyan insanlar serisinden başka bir şeye elim gitmez. O derece uykum var.

İyisi mi ustaların olmadığı bir köşede azıcık uyuklayayım ben...:)
Sizlere harika bir yeni hafta dilerim!

11 Mayıs 2014 Pazar

Güzel Melek Anneler...


Bugün anneler günü.
Annelerimden fiziksel olarak ayrı geçirdiğim ilk anneler günüm.
Çünkü acil bir tadilat için Bodrum'da bulunmak zorundayım.
Bu durum içimi çok burkuyordu kaç gündür. Anneciğimden, hele de seksen yedi yaşında olan anneannemden ayrı kalmak...
İçim acıyordu... Ta ki, aslında acı olanın temelli ayrı kalmak olduğunu idrak edene kadar.

.. Acı mı, Tatlı mı? ..
Sevgili annem, yıllardır anneler gününün aslında çok da mutlu bir gün olmadığını çünkü annesini ya da daha da beteri, evladını kaybetmiş kişiler için çok büyük acı yaratacağını söylerdi... Tabii biz her sene anneler gününü kutlarız. Ama annemin söylediği bu durum da içime çok fena işledi.
Yıllar önce bir anneler gününde elimde kocaman bir çiçekle dolmuşa binmiştim, anneme gidiyordum. Pencereden dışarıyı seyrederken baktım ki birçok kişinin ellerinde çiçek buketleri... Oradan oraya koşturuyorlar... Kimi anne, çiçeğini almış mutlu... Kimi de evlat...
İşte bu güne dair ilk sızı o gün cızlattı yüreğimi. Çünkü çok yakın bir arkadaşım anneciğini kaybetmişti ve onsuz ilk anneler günü olacaktı bu...
Ya yerimde o olsaydı dedim... Bu çiçek buketleriyle koşturanları seyreden o olsaydı... Benim kucağımda kocaman bir buket çiçek, onun ise yüreğinde kocaman bir boşluk...
İşte o an öyle fena oldum ki yaşlar doldu gözüme...
Annem haklıymış dedim. Bu güzel gün bazıları için cehennem azabından farksız aslında...
Evet, anneciklerimizle bu günü kutlamalıyız, en güzel şekilde. Onlar yanımızdayken onlara bu günü yaşatmalıyız...
Ama yine de çok fazla göze sokmamalıyız bence, çünkü biz coştukça birilerinin yüreği kanıyor bir yerlerde...

O yüzden ben şimdi anneciğimden ayrıyım diye çok yanıp yakılmak istemiyorum.
Ama anneannem seksen yedi yaşında, onu düşününce içim buruluyor çünkü belli bir yaştan sonra bazı şeylerden daha çok korkmaya başlıyorsun...
Mesela geçen sene anneler gününde canım, biricik tonton babaannem bu dünyada vardı.
Ama bugün yok.
Bilemezdik böyle olacağını ama oldu işte...

Sadece anne-babalarımızın değil, sevdiğimiz herkesin kıymetini yanımızdayken bilmek çok önemli. Hayatın ne zaman ne getireceği belli değil çünkü. Bunu hep söyleriz ama sonra unuturuz...
Unutmama kararı alalım mı bu anneler gününde?
Ne dersiniz?

Ben, bu yazımı en başta canım babaannem ve bütün melek annelere ithaf ediyorum...
Belki bedeniniz burada değil ama hepiniz buradasınız aslında...
Yavrucaklarınızın aklında,  yüreğinde...
Sonsuza dek.


(İlk fotoğraf, annemin ve babaaanemin gençliğine ait. Babaannemin o zamanlarına ait gördüğüm ilk fotoğraf bu...)

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Bodrum'da Tatilat Var!!

Hayır efendim, başlığı yanlış yazmadım.
Gerçekten "tatilat" var!

Hayat bazen insana değişik süprizler yapıyor.
Mesela hayatının rutininde yaşayıp giderken, ertesi günün ya da bir hafta sonran için planlar yapmışken, yazlık evinin banyosundan alt komşuya fena halde su gittiğini ve bunun acilen halledilmesi gerektiğini ve ayrıca balkondaki kocaman çiçek saksıları çürüyüp, alt komşunun başına düştü düşecek hale geldiği için onların da yenilenmesi gerektiğini öğrenip, kendini bir anda Bodrum uçağında bulabiliyorsun!
Biz bulduk, oradan biliyorum.
Çok kısa bir sürenin içinde önce uçakta, uçaktan iner inmez Koçtaş'ta ve onun da ardından yıkıntının döküntünün, tozun, toprağın içinde!
Buyur buradan yak.

.. Bodrum Bodrum'dur, Tadını Çıkart ..

Evet, çok acil şekilde kendimizi buraya attık ve evet, gerçekten çok yorulacaktık. Ama sonuçta geldiğimiz yer Bodrum'du.
Yani benim canım. 
Havası başka, suyu başka, her şeyi başka Bodrum'um.
O yüzden, geliş sebebimiz tadilat da olsa, benim Pollyanna hamurum anında kabardı. Daha Koçtaş'ın minik kafesinin balkonunda alelacele bir şeyler atıştırırken bile derin derin havayı içime çekip, "Ohh
mis gibi kokuyor, şurası bile miss gibi kokuyor.." diyerek kendimi Ege'nin havasına kaptırdım.
Yediğim tostun, içtiğim kahvenin bile tadı öyle güzel geldi ki!
Kendimize ayırabildiğimiz kısacık bir zaman diliminde alışveriş yaptık, oradan oraya koşturduk ve şansımız varmış ki, kitap okuyarak ve balkon şezlonglarımızda, dalga sesleriyle uyuyakalarak azıcık da olsa dinlenebildik.
İyi ki de dinlenmişiz.
Çünkü hemen sonrasında, dünyayı başımıza yıktılar!
Gerçekten.
Alt tarafı minicik bir banyo diyorsun ama o bacaksızdan çıkan molozun, taşın haddi hesabı yok.
Zaten küçücük olan salonumuzun yerleri moloz çuvallarıyla doldu. Bir yandan ustalara çay servisi yapıyorum, diğer yandan evin içinde seke seke geziyorum. Toz dersen, oof of, o nasıl şey öyle! Bütün evin her yeri toz tabakasıyla kaplandı, nereyi nasıl örteceğimi şaşırdım! Saçlarım pişmaniyeye döndü, kaşım, kirpiğim bembeyaz!
Sonra baktım mutfak tezgahını karıncalar istila etmiş. Açık şeker kutusu bulmuş dolapta uyanıklar,
oradan da yayılmışlar etrafa. O karambolün içinde bir de onlar ezilmesin diye uğraş dur. Bu konuda nasıl takıntılı olduğumu bu yazımdan okuyabilirsiniz.
Neyse, adamlar bir yandan da balkon saksılarını kırıyorlar... İçindeki çiçeklere, kaktüslere kıyamadık, bir de onları transfer etmeye uğraşıyoruz.
Gürültü dersen, aman aman! Hilti denen o kocaman şeyle tarıl tarıl girdiler her bir yana, kafamız oldu kazan.
İşte bunlar Tatilat'ın "ilat" kısmı.:)
Eh, bunun bir de "tatil" kısmı var, ben onu hiç atlar mıyım!;)

.. Uyanık Eylül Nasıl Sıvışır? ..
Eh, avuç içi kadar evdesin. Herkes bir iş yapıyor, su kesik ve her yer toz olduğu için bana da yapacak çok bir iş kalmadı. Ben de ne yaptım?
Tabii ki kıyın kıyın sıvıştım!
"Ben bi gideyim plastik tabak alayım, çayın yayına bir şeyler alayım... Eh hadi bana bay bay o zaman, görüşürüüüüüz!"
Fırrrt, Turgutreis'e!
Kendime birkaç saatlik tatil yarattım.
Deniz kenarında yürüdüm, elimde bir kutu kolayla çarşıda gezindim, kırtasiye alışverişi keyfi yaptım, köpek sevdim... Kalan son on beş dakikada da plastik tabak ve çayın yanına bir şey alıp eve döndüm.
Bir de üstelik, "Aaa iki saattir yokum, bu evde hiçbir şey değişmemiş, bıraktığım gibi kalmış. Siz ne yaptınız bakiim bu arada?" diye de kocama ekşidim. 
Çok cadıyım çok.:)
Çay servisini yapmak da ona kalmış zaten, bu çaydan ben de nasiplendim tabii.
Sonra biraz evde kalıp bolca toz yuttuktan sonra, aşağıya sahile attım kendimi. Biraz yürüdüm, mis gibi deniz havasını kokladım bolca... Çiçeğin, böceğin, denizin fotoğrafını çektim... Sonra eve dönüp, toza toprağa aldırmadan buzz gibi bir karpuz kestim... Yanına peynir. Karpuz sezonunu açtık böylece. 
Ustanın, bu mevsimin karpuzuna alerjisi varmış. Yazın yiyebiliyormuş sadece. Ne tuhaf şey!
Mereti yemesi çok keyifliydi de, tuvaleti iptal olmuş bir evde, sonradan çıktı acısı...
Vah bize!

Birkaç gün sürecek Tatilat'ımız. 
Çok yorulduk şimdiden, çok daha fazla yorulacağız. Çünkü oturacak yerimiz bile yok doğru dürüst. Belki yattığımız yeri bilemeyeceğiz bir süre.
Ama Pollyanna'nın dibiyim ben.
Her zaman değil belki ama şu anda öyleyim.
Bu deniz burada olsun, havası, kokusu içime dolsun, bu bana en güzel tatildir. 
Kahvem olsun sıcacık, kulağımda hilti ve çekiç seslerini bastıran bir müzik...
Arada sırada bir kuytu köşeye kaçıp, iki sayfa kitabımı okuyabileyim...
Defterime iki satır yazı yazabileceğim birkaç saatim olsun...
Geceleri annemlerin evinde ılık bir duş alayım, tenceye sıcak bir yemek koyayım, sonra da şöyle bir güzel uyuyayım, daha ne isterim...

Yani demem o ki...
Tozdan, topraktan bana ne, tatilat şahane!





















7 Mayıs 2014 Çarşamba

The Walking Dead: Sadist Sevgili Gibisin!


Evde dizi ve film keyfi yapmayı çok sevenler parmak kaldırsın!
Kocam ve ben tek kelimeyle bayılıyoruz. Değişik zamanlarda başlayan, biten çeşit çeşit yabancı dizimiz oldu şimdiye kadar, onları izlemek bizim için büyük zevk.

Bizim Türk dizileri malum, okul gibidir. Haziranda biter, eylülde yeniden başlar. Dokuz - on ay kesintisiz izlersin, sonra yaz tatiline girer, sonra eylülde yeniden.
Ama yabancı diziler öyle mi? Sezonların kaç bölüm olacağı belli olmadığı gibi, ne zaman ara 
verecekleri, ne kadar süreyle tatil yapacakları da belli değildir. Daha doğrusu diziden diziye değişir. Sezon ortasında aylar boyu süren tatiller verirler, öyle ki sen o dizinin valığını unutursun. Ve aylar sonra ikinci yarısına başladığın sezon, daha sen içine girene, alışana kadar hoop tekrar bitiverir. Bu sefer sezon finalidir, yeni sezonu daha çoook beklersin!!
Oof of!
Tabii haksız değiller. Hem o çılgın prodüksiyonlar kolay çıkmıyor, hem de adamların oyuncusuna, çalışanına saygısı var, bizimkiler gibi kölelik düzeninde dizi çekmiyorlar.
Ama tabii bu arada olan bize oluyor!:)
Yukarıda da dediğim gibi, tam gaz izlerken çok sevdiğimiz bir dizimizi, hoop ara tatil. Sonra başlıyor ve hoop sezon finali! Hadi sonra beş bölüm daha verelim ve ana final yapalım!
Arkadaşım bir yavaş, bu bizdeki de kafa yani, biraz dengeli olun!

.. Ah Walking Dead Ah! ..

Kocamla en sevdiğimiz dizilerden biri The Walking Dead. Hatta taa ikinci sezondan sonra yazdığım The Walking Dead ve Bizim Haller adlı yazımı da okuyun mutlaka.
Neyse...
Sevgili Walking Dead, ne zaman olduğunu bile unuttuğum bir zamanda, tadını damağımızda bırakarak ara tatil verip, hafızalarımızdan yitip gitmişti. Hayır öyle tatiller veriyorlar ki, en sevdiğin dizi bile olsa, gerçekten varlığını unutuyorsun!
Ben de unutmuştum.
Ta ki geçenlerde kocam, "Walking Dead başlamış! Üstelik sekiz bölüm yapıp sezon tatiline bile girmiş tekrarrr!" diyene kadar! 
Se-kiz bölümmm! 
Ard arda izlemeye hazır koca sekiz bölüm birikmiş ve farkında değiliz!
Kocamın heyecanı görmeye değerdi ve tabii bu heyecan hemen bana da bulaştı.
"Oooh süpper! İyi ki de fark etmemişiz, şimdi ne güzel saydırırız hepsini!" dedim, büyük bir keyifle.
O sırada ben annemlerdeydim ve döner dönmez büyük keyifle ve coşkuyla - bir şampanya patlatmadığımız kaldı - kolları sıvayıp sevgili dizimizin başına çöreklendik.
Walking Dead hayranlarından benim gibi düşünenler oluyor mu bilmiyorum ama bana bu dizinin bölümleri çok çabuk bitiyormuş gibi geliyor. Kaç sezondur bunu düşünüyorum, şaşırıyorum. Süresi diğer dizilerle aynı (45 dk.) olmasına rağmen, başlamasıyla bitmesi bir oluyor sanki. Ben daha yirmi dakika falan vardır diye düşünürken, aaa o da ne, "çeviri: nazo bilmem kim..." yazıveriyor! Ah nasıl üzülüyorum o nazo'yu görünce...
"Çok heyecanlı, ondan sana çabuk bitiyormuş gibi geliyor" diyor kocam ama yok, daha ne heyecanlı diziler izledim, böyle olmuyordu.
Kurgusundan mıdır nedir, uçup gidiyor bölümler.

Hal böyle olunca, ne oldu?!
Aylardan sonra büyük heveslerle başına çöktüğümüz o uuuupuzun(!) sekiz bölümü anında kurutuverdik! :(( 
Zaten ilk iki bölüm olayları hatırlamakla, şöyle iyice bir içine girmekle geçti. 
Sonraki bölümleri ise - süratle ve "Oof sen ne güzel dizisin, şahanesin, süpersin!" diye diye, nefesimizi tutarak izledik ve bir baktık sekizinci bölüm de bitiverdi ve daha ne olduğumuzu anlayamadan hooop kapı dışarı!
"Ekime kadar kapalıyız anacım, hadi şimdi git, sonbaharda yine gel!"

Ah ahh!
İşte bizim yabancı dizi kaderimiz.
Ömrümüz beklemekle, hasretle geçiyor.
Tam unuttuk, rahatız derken de, sadist sevgili gibi tekrar çıkageliyor, tüm keyfiyle kendini bize sunup, alıştırıp, en güzel yerinde yeniden basıp gidiyor!
Ağzımız açık bakalkalıyoruz.

İşte bu yüzden tamamen bitmiş dizilere başlamayı seviyorum ben. Kaç sezonsa hepsi oynasın bitsin, ana finalini yapsın, ben ondan sonra başlayayım o diziye.

Yoksa bu özlem hiiç çekilmiyor hiç!
:(


5 Mayıs 2014 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Melekler 2


Onlar masum, onlar iyi, onlar dünya tatlısı!...
Onlar bu dünyanın mucizeleri, tatlılıkları, güzellikleri...
Hayvanlar olmasaydı nasıl bir yer olurdu acaba dünya?
Düşünmek bile istemiyorum!
Daha önceden birbirinden sevimli hayvanlara yer verdiğim Melekler adlı bir Tatlı Pazartesi hazırlamıştım.
İşte bu da Melekler 2!
Yine çeşit çeşitler, yine inanılmaz tatlılar!..
Bütün şirinlikleriyle, haftanıza güzellik katsınlar!
(Pinterest'te birbirinden tatlı hayvan fotolarını topladığım panomu takip edebilmeniz için sizi ANGELS panoma alayım.:)

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Gel de Yaz!


Siz şu anda bu yazıyı cumartesi günü içinde okuyorsunuz ama ben cuma gecesi yazıyorum.
Daha doğrusu, yazmaya çalışıyorum!
Bu gece annemlerdeyiz. Annem ile babamın evlilik yıldönümü, yarın da hep beraber planımız var, hal böyle olunca biz de pılımızı pırtımızı toplayıp bu geceden başlarına çöreklendik.
Keyifli bir yemek yedik, sonra ben kahveleri yaptım ve "Yarınki yazımı yazacağım şimdi.." dedim, kucağımda bilgisayar, kanepeye yayılırken.
"Aa, konusu ne?" dedi annem.
"Bilmiyorum, hiçbir fikrim yok!" dedim,
şaşırdı doğal olarak, "Nasıl yani, başlığını da mı bilmiyorsun?" dedi, konuyu bilmeden başlığı nasıl bilebileceğimi sorgulamadan,
"Hayır, bilmiyorum!" dedim.
Evet, ne yazacağımı bilmeyerek oturdum ekran başına. Kafamda, hiçbir netliği olmasa da çok önceden aklıma gelen birkaç konu ihtimali vardı, belki onlardan birini kotarırım diye düşünüyordum...
Ama ne mümkün!

..İtiş Kakış, Hır Hır Hor Hor! ..

Öyle bir ortamdayım ki, ben bu ortamdan değil güzel bir yazı, başı sonu belli bir cümle çıkarırsam bile başarıdır!
Öncelikle, televizyon açık ama yarım gözle bakan kocam dışında kimse seyretmiyor. Sol yanımdan gürültüsü gelip duruyor.
Arada babam kocama bir şeyler anlatıyor.
Annem sessizce tabletinde bir şeyler karıştırıyor...
Buraya kadar normal sayılır değil mi? Yani tamam, çok elverişli bir yazma ortamı olmasa da, yine de çok feci değil...
Peki ya bu ortamın üstüne, bir ağzı salyalı Avarel ve yerinde duramayan koca popolu bir Joe Dalton eklersek durum nasıl olur?
Bu noktada Avarel; benim ikinci kuçum Faik, Joe da; annemin güdük kuçusu Karamel oluyor.
Ve biri dev anası, diğeri yer mantarı bu iki yaratık, tam oturduğum yerin yanında ortalığı birbirine katıyor, biri, bacak kadar boyuna bakmadan hır hır hırrr sesleri eşliğinde hem oynayıp, hem coşarken, diğeri ise koca cüssesine aldırmadan koltuk tepelerine ve hatta bizim tepemize çıkmaya ve o şekilde oynamaya çalışıyor.
Diğer yandan kocam onları susturmaya, dev anasını koltuktan indirmeye çalışıyor, inen köpek iki dolaşıp, bumerang gibi geri dönerken, güdük Karamel ise hır hır hor hor sesler çıkarmaya devam ediyor! Bu arada televizyon hala açık, oradan vır vır vır konuşuyor, sonra babam kudurukları kışkışlıyor, susturmaya çalışıyor, annem kocama bir şeyler söylüyor... Bu arada irikıyım Faik, bacaklarımın altından beni kanırta kanırta geçmeye ve oyun arkadaşına ulaşmaya çalışıyor, tv'de reklam başlıyor, kocam babama, yazlık ev için, "Termosifon mu taksak, şofben mi?" diye danışıyor, Karamel tırnaklarıyla tar tar tar kanepenin yastıklarını kazıyor, televizyonda izlenmeyen program tekrar başlıyor bır bır bır....
İMDAAAT!
Yazamıyoruuum!
Ol-mu-yor!
Kafa bu yahu, bi sessiz olun!

.. Ah Eylül Sen Ne Çakalsın! ..

Tabii siz şimdi "Başka odaya gitsene, sakince yazarsın." diyorsunuzdur.
Yok ya! 
Sessiz odaya gideyim de, "yazamıyorum" bahanem elimden gitsin! 
Birkaç gündür hem uykusuz hem de fiziken yorgun bünyemin en baba yazı konusunu bile kotaracak gücü yok. Son geceye bırakınca böyle oldu.
Aferin bana.
Hal böyle olunca da etrafımdaki ortamın 'dezavantajlarından' kendime avantaj yaratmaya çalışacak kadar çakallaştım birden.
Hoş salonumuzun ortamı çok sevimli aslında ama işte böyle bir ortamdan ancak bu şekil bir yazı çıkıyor.
Hayır, işin garibi sevgili itlerim sessizliğe gömüldüler şimdi, biri oraya, biri buraya serildi yorgunluktan..
Ama onlar sustu diye yeni yazı döşenecek değilim bu saatten sonra.

Hatta ışık hızıyla sıvışıyorum şu anda.
Haydi kalın sağlıcakla!
:)






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...