Sayfalar

31 Aralık 2014 Çarşamba

Mutlu, Umutlu, Harika Yıllar!

Uzun, uzuuuuun bir aradan sonra merhaba.
Çok yoğundum.
Çok yoruldum.
Zaman deli bir hızla geçti ve ben bir oraya, bir buraya koşturup durdum.
Bazen kendimi bile unuttum, bazense sadece ve sadece dinelenebilmenin hayallerini kurdum.
Yoğun tempom nihayet bitti. En azından bir süre için.
Bu vesileyle biricik bloguma gelip, beni okuyan ya da şöyle bir uğramış olan herkese ses vereyim, mutlu, şahane yıllar dileyeyim dedim. :)

Biz bu gece maaile toplandık. Sohbet ediyoruz, içiyoruz, müzik dinliyoruz, yemekler yapıyoruz, yiyoruz, keyifleniyor, yeni yılı bekliyoruz.
Dilekler biriktiriyor, umutlarımızı çoğaltıyoruz. 
Ve hepinize pırıl pırıl günlerle, gerçeğe dönen hayallerle, mutlulukla, merhametle, adaletle, barışla, ferahlıkla, sağlıkla ve istediğiniz ne varsa hepsiyle dolu bir 2015 diliyoruz!

Yok yok... Tutamıyorum kendimi ben, yapmazsam tikler gelecek..
Önceden söylemiştim, yine söyleyeceğim, tutmayın beni:

"HAAAYDİ SENEYE GÖRÜŞÜRÜK!"
:)))


22 Kasım 2014 Cumartesi

Çağan Irmak, Kocamı Neden Ağlatamıyorsun?

















Kocam, "Çağan Irmak ağlatma mühendisliği yapıyor." dedi dün gece.
Tam da, hangi filme gitsek diye internetten bakınırken ve Unutursam Fısılda ile Karışık Kaset arasında karar kılmaya çalışırken.
"Hah, buna gidersek yine ağlayacağız." dedi, Çağan Irmak'ın Unutursam Fısılda'sını kastederek.
"Sen ağlamazsın ki! Nerdeee, keşke ağlasan!" dedim ben de. 
Kocam bilir, filmlerde, dizilerde eşleriyle birlikte ağlayabilen adamlara özenmişimdir hep.  Ama sanmayın ki benim kocam duygusuz bir hırt. Hayır tabii ki öyle değil, tersine çok da hisli adamdır.
Ama bir filmin ağlamalı film olduğu baştan belliyse, hemen bünyesindeki alarmlar çalmaya başlar sanki... "Ağlama, ağlama, ağlama!! Herkes ağlayacağı için sen sakın ağlama! Hatta ağlayanlarla dalga geç!"
Nedendir bilmem ama bu genelde böyle.  Hal böyle olunca bana da geliyor bir kasılmalar. Kendimi "Öööğğuuuhuuu aaauuhuuuu!" diye bırakmak istediğim sahnelerde, böyle saçlarımı kafamın iki yanından yüzümü kapayacak şekilde çekiştirip kapamalar, burun çekme seslerim duyulmasın diye böyle nefesimi içime içime çekmeler, selpakları saklamalar, gözyaşlarımı içime akıtmalar, için için ağlamalar... .:)
Ve tabii bu arada yan gözle kocamın ifadesini kollamalar, "Acaba o da hisleniyor mu? Acaba onun da kalbine dokunuyor mu bu sahne? Yok, hislenmiyor gibi.. Ama niye, duygusuz mu benim kocam? Ay dur, burnunu çekti sanki, ağlamak istiyor da tutuyo gibi.. Bak gözleri de yaşlandı, azıcık parlayıverdi sanki... Yok yahu, ışık vurdu ondan oldu... Yok yok, onun da içi acıdı, bak derin derin nefes alıyor gibi.. Yoksa kemeri mi sıkıyor? Ayyy ne hissediyor bu adam yaaa oooff?!?" şeklinde triplere girip, filmi kendime zehir etmeler...
Ve çook sonra, "Eeeh yetti bea!" dediğim bir an...
Sen ağlamazsan ağlama sevgili kocam, ne yapayım, ben ağlayacağım bu sahnede, hatta bu filmim her saniyesinde! Hatta kimse ağlamasa bile ben ağlayacağım tamam mı? Göz benim, yaşı benim, burun benim, selpaklar benim yahu!!
:)
Her şey bir yana, tatlı kocam gerçekten böyle. Ama diğer yandan da gerçekten hisleniyor Çağan Irmak filmlerinde, biliyorum. Çok severek izliyor, onun da içine dokunuyor, fena oluyor. Sadece karısı kadar ağlamaklı ve titrek değil. :) 
Ama ben böyleyim. Hele de kendimi dolu hissettiğim bir dönemse ya da dolunay falan varsa ( aa siz benim dolunayda ağlamaklı kurt adam olduğumu hala bilmeyenlerden misiniz?), en abuk sabuk sabuk dizilerde bile ağlayabilirim, değil ki Çağan Irmak filmleri!

Dün, gecikmeli olarak Unutursam Fısılda'ya gittik. Hümeyra, Zeynep Farah Abdullah ve Mehmet Günsür, müzik, 70ler, 80ler, o eski günler...
Çok güzeldi.
Yalnız şöyle bir şey oldu, normalde benim bildiğim, tanıdığım Eylül'ün ağlaması gereken sahnelerde ben ağlamadım. Allah allah nooluyoruz yahu dedim. Hani tuzluğu silkelersin tuz dökülmez de biraz daha hızlı sallarsın ya, işte öyle silkeledim kendimi. Ama yok, ı-ıh, ağlama gelmedi.
Eyyyvahh dedim, benim adamı ağlatacağım diye umarken o mu beni kendine benzetti yoksa? 
"Haaayyııır, olamaaazzz! Bunu bana yapamaaaz!", derken.... Hümeyra'nın konseriyle şarıl şarıl açıldı benim musluklar!
Kocamdan saklamadım gözyaşlarımı.
Ama sol tarafımda yabancı bir kız oturuyordu, saçlarımı o yönden kapadım yüzüme bu sefer.
Ağladım, ağladım.
Çağan Irmak filmiydi sonuçta.
Seviyorum ben o adamı. Ağlatma mühendisiymiş, şuymuş, buymuş, olsun!
Demek ki bana hitap ediyor yaptıkları, yüreğime dokunabiliyor.
Kocam da çok sevdi bu filmi, gerçekten.

Ağlamadı ama olsun! :)


 


13 Kasım 2014 Perşembe

Giysi Bukalemunu Olmak




Başlığı okudunuz ve eminim ki neredeyse hepiniz "O nasıl şey öyle?" dediniz.
Ancak belki farkındasınız, belki de değilsiniz ama birçoğunuz giysi bukalemunusunuz.
Ben de öyleyim!
Peki nasıl bir şey giysi bukalemunu olmak?
Efendim, nasıl bukalemun canlısı girdiği mekana ve ortama göre renk değiştiriyorsa, biz de giydiğimiz giysiye göre 'ruh hali' değiştiriyoruz.
Yalnız yanlış anlaşılma olmasın, "Ruh halimize göre giyiniyoruz." demiyorum. Tabii ki onu da yapıyoruz ama benim bahsettiğim durum başka.
Birçoğumuz giydiğimiz giysinin ruhuna bürünüveriyoruz hemen.
Mesela ben...
Ayağımda spor ayakkabı, üstümde de eşofman, falan varsa, hemen kendimi çok hafif ve zinde hissetmeye başlarım! Sanki fazladan bilmemkaç kilom yokmuş gibi. Hatta bazen işi daha da abartıp, Amerikan filmerindeki sokak basketçileri gibi hissetmeye başlarım. Ver elime bir top, sektire sektire koşayım, efsane bir basket atayım! Güdük boyumun ve hayatımda hiç basket oynamamış olmamın ne önemi var canım!

Giydir üstüme ceketi - ki ben ceketlere bayılırımm - hemen yüzüme belli belirsiz bir ciddiyet ifadesi yerleşir. İş kadını havalarına giriveririm. (Peh!) İşte bu yüzden, yani fazla ciddiyet beni bozacağı için, ceketlerimi genelde jean ve basic tişörtlerle kombine ederim.

Bak bir de topuklu ayakkabı meselesi var, işte o beni benden alan bir konu. Daha önceki yazılarımdan bilirsiniz, sivri topuklu ayakkabı ile oldukça geç tanıştım ben. Ama tanıştıktan sonra da bir hevesler, böyle her yerde topuklu ayakkabı giyesimin gelmeleri, mağazalarda topuklu reyonlarına seğirtmeler... Anlayacağınız tam bir sonradan görme oldum. İsterse üstümde çuval olsun, ayağımda şöyle yüksek ve sivri topuklu bir ayakkabı varsa hemen modum değişiveriyor, daha havalı, daha seksi, daha kadın gibi hissediveriyorum hemen. Ha söyelemeden geçemeyeceğim, bir de tek ayağımı arkaya doğru kaldırıveresim geliyor hep. :) Sizde de var mı böyle tuhaf bir dürtü? (Ne olur var deyin!)

Ama aynı ben'e giydirin bir kaba yağmur çizmesi ve seyredip görün neye dönüşüyorum! Lap lap lap kocaman adımlar atan, yaldır yaldır yürüyen, bastığı yağmur sularını etrafa sıçratan ve hele ki bir de üstümden dökülen bol bir kaban falan giydiysem, buyrunuz size kadın mı, erkek mi belli olmayan bir acayip şehir magandası! Ay tamam bu konuyu geçelim, daha da uzatırsam korkacaksınız benden. :/

Neyse efendim...
Sonra mesela pofuduk kazaklar, hırkalar giydirin bana. Altımda yünlü bir tayt, ayağımda yumoş, kilim desenli ev botları ve yumuşacık çoraplar varsa değme keyfime! Anında - hani ingilizcede cozy denilen - sıcacık bir moda giriveriyorum. Sanki az önce o topuklu ayakkabıyla gülümseyerek tek ayağını arkaya kaldıran zilli ben değilim!
Yayılayım kanepeme - ahh hatta şömine başı olsaydı ne iyi olurdu ama yok:( - kocam ve biricik kuçularım da yanımda olsun.. Bir elimde sıcacık, mis kokulu kahvem, diğer elimde saatlerce okuyabileceğim harika bir roman. İşte tam bir kış keyfi!

Bu arada unutmadan, çantalarım değiştikçe de ruh halim değişiyor. Taktığım çanta ne kadar koyu renk olursa, ne kadar ciddi olursa, ben de o moda giriyorum. Bu nedenle kendimi rahat, neşeli ve sevimli hissetmek istediğimde mutlaka renkli, spor çantalar tercih ediyorum.

Ya da mesela böyle ifil ifil, uçuş uçuş bir elbise giyeyim, hoop hemen tatlı tatlı esen bir Bodrum evi terasındaymışım, karşımda şahane bir manzara varmış, fonda Yunan müzikleri çalarken pembe şarabımı yudumlayıp, deniz ve tuz kokusunu derin derin içime çekiyormuşum gibi oluyor. (Vallahi oluyor.)
Ya da abiye giyeyim mesela, kendimi kokoş teyze gibi hissediyorum. O nedenle modern kesimli ya da romantik, uçuşan abiyeleri tercih ediyorum.

Daha birçok örnek verebilirim bukalemunluk hallerime ama fazla da sıkmamayım sizi. Eminim sizler de okudukça "Aaa ben de böyleyiiim!" dediniz. Haksız mıyım? :)

Ama bence bu durumu dikkate almakta gerçekten fayda var.
Modasenin ruh halini etkiliyorsa, güçlü bir silah oluyor demektir ve onu en iyi şekilde, kendimizi en mutlu ve keyifli hissedecek şekilde yönlendirmek lazım gelir bence.
O gün seksi mi hissetmek istiyorsun ya da rahat ve gevşek mi? Belki de çok önemli karalar alan çook başarılı bir işkadını gibi.
Sabah kalk, geç dolabının başına ve seç modunu.
O gün ne giydiysen o ol ve öyle hisset! ;)

10 Kasım 2014 Pazartesi

Yüreğinde 10 Kasım'ı Hissedemeyenler



Bu sabah anma töreni okul saatlerime denk geldi. Son yıllarda genelde evde olduğum günlere denk geliyordu ve 9'u 5 geçe kendimi rahat rahat gözyaşlarıma bırakıyordum. Ama bugün öğrencilerle birlikte aşağıya indik, okulca Atatürk heykelimizin etrafında toplandık. 
Sirenler her zamanki gibi yüreğimi dağladı. Çok fena oluyorum siren seslerini duyunca, içim ürperiyor. Sıkışıyorum. Ardından gürül gürül gelen İstiklal Marşı ile de dayanamıyor, hep ama hep ağlıyorum. Bugün kendimi tutayım dedim, bir yandan gözlerimi kısıyorum, yaşlar dökülmesin diye, bir yandan titreyen ellerimi nereye koyacağımı şaşırıyorum. 
Böyle geçti işte bir anma töreni daha.
Bittiğinde etrafıma şöyle bir bakındım. Benim gibi gözleri dolmuş, çakmak çakmak olmuş olanlar vardı, yüzünde hüzün taşıyanlar da... Tabii ki ruh hali belli olmayanlar da.
Ama bir kısmı da vardı ki, İstiklal Marşı bittiği anda, sanki kırmızı trafik ışığı bitip de yeşil ışık yandığındaki hal ve tavırla, "Oh neyse, bitti." ifadesiyle girdiler içeri.
Onlar için 10 Kasım hiçbir şey ifade etmiyordu, belli. 
Ama yanlış anlaşılmasın, insanlar illa ki üzüntüsünü belli etmeli ya da ağlayıp kendini yerden yere atmalı demiyorum. 
Ama bazı bakışlar, neden orada olduğunu bile umursamayan tavırlar... İşte bunlar üzücü.
Zaten 10 Kasım beni hırpalayan bir gün oluyor hep, bir de insanların umursamazlığına tanık olmak daha da içimi acıtıyor.
Yazık diyorum, gerçekten yazık.

9 Kasım 2014 Pazar

Biz Bir Dal Çiçeğe Kıyamazken...


Günlerdir hepimiz - pardon, tabii ki hepimiz değil - birçoğumuz zeytin ağaçları için ağlıyoruz. Hunharca katledilen altı bin masum ağaç için. 
Onları korumak için kendini siper eden, dövülen, ambarlara kilitlenen, tartaklanan ve dededen toruna süregelen geçim kaynakları ellerinden bir anda kayıp giden köylüler için...
Ağzım açık kalarak, gönlüm yanarak, lanet ederek, ruhum sıkışarak okudum iki gündür konu ile ilgili haberleri. Ve o kadar nefret ettim ki tüm bu olup bitenden, bir kelime bile yazmak istemedim. Yazmazsam, tüm bu olanlar hiç yaşanmamış gibi olacaktı sanki. Ama tabii öyle olmuyor.
Gerçek, yazmasan da, düşünmemeye çalışsan da, bazen ellerinle gözünü kapamaya çalışsan da, bütün soğukluğuyla işte orada duruyor.
Gitti altı bin tane zeytin ağacı. 
Köklerinden sökülüp atıldı hepsi. Hiç var olmamışçasına, nesillerdir binlerce kişiye geçim kaynağı, on binlerce canlıya, böceklere, kuşlara yuva olmamışçasına, şu zalim dünyada bir kuruşluk değerleri yokmuşçasına katledildiler bir çırpıda.
Ağaçtı çünkü onlar. Sadece ağaç. Önemsiz, değersiz, rahatlıkla gözden çıkarılabilecek ot parçaları.
Paranın karşısında ne kıymetleri var değil mi? Hayatta en önemli şey para ve cep doldurmak olduğuna göre, ahlak, şeref, namus sadece bacak arası ile ölçüldüğüne göre, merhamet duygusunun ise bazılarınca çoktan son kullanma tarihi geldiğine göre, altı bin tane ot parçası yok olmuş, olmamış ne önemi var değil mi?
Yeter ki daha zengin, daha da zengin ve daha da zengin olsunlar. Merhamet, şeref, doğruluk, vicdan kimin umurunda? 

Yazıklar olsun. 
İnsanım diye gezen, yeri geldiğinde ahlak, namus deyince en baba ahkamları kesen bu adam müsveddelerine yazıklar olsun!
İnsan mısınız siz? Cidden soruyorum, insan mısınız siz?!?

Biz bir çiçeği bile koparmaya kıyamazken...
Altı bin ağacı çatır çatır katleden sizler?
Gerçekten merak ediyorum, biz insansak -ki öyleyiz- siz tam olarak nesiniz?!

31 Ekim 2014 Cuma

.. DÖNÜŞ ..







































İstanbul'a geleli neredeyse bir buçuk ay olmuş, ben utanmadan "Dönüş" diye yazı yazıyorum.
Duyan da elimde valizimle evden içeri yeni girdim sanacak. Hoş, valizlerimi  hala tam olarak boşaltmadım, evimi adamakıllı toplamadım, arkadaşlarımın neredeyse hiçbirini göremedim, gezme amaçlı doğru düzgün dışarı çıktım bile sayılmaz ama evet, 20 Eylül'den beri İstanbul topraklarında yaşıyorum.

Bodrum'a veda etmek bu yaz daha bir zor oldu. "Üç ay kaldın, daha ne istiyorsun pis şımarık?!" diyenler olabilir, kızmam da, haklısınız. Ama ne yapayım, belki geçen sene yazı İstanbul'da geçirdiğimizden ya da belki bu sene ekim ayına (ki Bodrum'un en tatlı dönemidir) kalamadığımızdandır ya da belki de sadece ve sadece doyamadığımdandır, bilemiyorum, arkama baka baka döndüm bu sefer.
Ama geldiğim andan itibaren de "Ah canım evim, canım İstanbul'um, şuyum, buyum.." havasına giriverdim, Bodrum'a bay bay deyiverdim yani kafaca.

14 Eylül 2014 Pazar

Tuz Kokulu Filmlerin Ardından


Turgutreis'in pek sevdiğim açık hava sineması olan Cine-Marine Yazlık Sinema'da 5-11 
Eylül tarihleri arasında, "Deniz Filmleri Festivali" yapıldı.
Yedi filmden dört tanesini izleyebildik ve gerçekten çok ama çok keyifliydi.
Gösterimler tamamen ücretsizdi. 
Halkımızın ücretsiz olan her şeye karşı tutumunu çok iyi kavramış olan ben, "Amaan bu sezonda kimse kalmamıştır, bomboş olur, rahat rahat izleriz." diyen kocama karşılık olarak, "Hiç öyle olmaz, aksine yer bulabilmek için erken gitmemiz gerekir." dedim. 
İlk filmimizi festivalin ikinci akşamında izledik ve tabii ki ben haklı çıktım. Sezondaki -hatta ağustostaki- vizyon filmlerinde bile olmayan bir kalabalık vardı. Ama neyse ki erkence gittiğimiz için yer de bulduk, battaniye de.
Sonra bir gece atlayarak, festivalin dördüncü akşamında başka bir filme gittik, yine erkence bir saatte.
Amanın o da ne?!
Ne yer kalmış, ne de battaniye!
Mecburen en öne oturduk, sezonda bile serin serin esen ve battaniyeye sarınmamızı mecbur kılan açık sinemanın o geceki 'ısıtıcısı' ise canım kocam oldu. Film boyunca bana sarılmaktan ve oramı buramı ovuşturmaktan kolları tutuldu garibimin.
Anladık ki, kulaktan kulağa bir yayılmaca olmuş bu süre içinde.

- Sinema beleşmiş kanka!
- Hadi lenn, ciddi misin moruk?!
- He ya!
- İyi, manitaları da alalım, bu gece sinemaya akalım o zaman!
- Akalım kanka!

- Beey, beeey! Sinemada bedava film varmış, çoluğu çocuğu toparlayıp bi gidiverek.
- Essah mı diyon, parasız mı?
- Parasız beey, parasız.
- Abingillere de haber ediver o zaman, kamyonetin arkasına doluşup gidelim...

- Aşkıııım bu akşam sinemada belgesel varmış, çok keyifli, gidelim mi?
- Ne belgeseli ulen, napayım ben belgeseli?..
- Çok güzelmiş ama, su altı...
- Gel kız, ben seninle bi sualtı belgesel çekivereyim şimdiiii, seni seni...
- Ama ücretsizmiş aşkııım!
- Aha, hadi ya! Hadi kalk, toplan toplan toplan, bu gece sinemadayız!

Yani anlayacağınız, öyle bir kalabalık vardı ki, hani resmen ücretsiz olduğunu duyan gelmiş!
"Sezon filmlerinde aklınız neredeydi yavrucuğum?" dedirtecek cinsten.

Üçüncü gidişimizde nispeten tenhaydı, yani istediğimiz yere oturabileceğimiz kadar 
tenhaydı en azından. Meğer milli maç varmış o gece, ondanmış. Yukarıda diyaloglarını yazdıklarımın çoğu maç tercih etti tabii ki.

Son gece ise erken gitmemize rağmen yine yer bulamadık! 
En önde, battaniyesiz ama neyse ki bu sefer akıllanmış olarak, yani kazaklarımızla.
Ama kimse beni yanlış anlamasın, ne ücretsiz olmasına karşıydım, ne de ücretsiz olduğu için oluşan kalabalığa.
Festival organizasyonunu oldukça mutlu etmiştir bu kalabalık, eminim.
Hatta maddi durumu olmayıp da sinemaya gelemeyen kişiler için çok da güzel olmuş.
Ama gerçekten o kalabalığın içinde 'sırf ücretsiz olduğu için gelen' bir kitle de vardı.
Onların da canı sağ olsun, ne yapalım. Belki bu sayede sinemaya ilgileri oluşmuştur azıcık.:) 

Bu festival kapsamında izledğimiz filmlere gelince.

TABARLY. (Film isimlerine basınca IMDB sayfası açılır.)


Tekrar tekrar izleyeceğim şahane bir belgeseldi ve bu sayede Eric Tabarly'yi tanıdığım için gerçekten çok mutluyum. Bu filme özel yazı yazdığım için burada tekrar açıklama yapmayacağım. Yazısı burada, okumanızı öneririm.


Kocam yirmi yıl evvel izlemiş ama ben hiç izlememiştim. Yunanistan, Sicilya, Peru, Côte d'Azur arasında gidip gelen, çocukluklarından tanışan biri dünya şampiyonu iki usta serbest dalışçının heyecanlı, duygu dolu, bazen insanı geren, bazen kahkahalara boğan, çokça hüzünlendiren hikayesi. Filmi gerçekten çok ama çok başarılı buldum, çok etkilenmiş halde çıktım. Tekrar izleyeceğimden de eminim. İzlemeyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. 

Norveç yapımı bu filmde, kendi yaptıkları sal ile Pasifik Okyanusu'nu 101 günde geçmeyi amaçlayan ama aslında denizden, denizcilikten pek anlamayan, son derece acemi beş arkadaşın hikayesi anlatılıyor. Asıl amaç ise, liderleri Thor Heyerdahl'ın, aslında Güney Amerikalıların, taa Kolomb öncesi zamanlarda Polinezya'yı keşfedip orada koloni kurmaya çalıştıklarını ispat etmek istemesi.
İlk olarak 1947'de çekilen Kon Tiki Oscar almış. Ama 2012 yapımı bu son film bence hayal kırıklığı idi. Evet, sürükleyiciydi, izledik, fena değildi. Ama kesinlikle beklediğimi bulamadım. (Artık ne beklediysem!)

Son gece gittiğimiz bu filmin, kocamla aramızda matrak bir geyiği oluştu, önce onu anlatayım. Kaptan Philips aslında bizim arşivimizde vardı ve yaklaşık bir aydır kocam izleyelim diyordu. Ama ben konusunu okumamıştım ve nasıl olduysa kocam bana bu film için "savaşlı film" dedi diye aklımda kalmış. Hani böyle deniz kuvvetleri savaşı falan gibi. Hal böyle olunca ben de her seferinde burnumu büküp, "İzlemem de izlememm! Ben o filmi izlemem!" diye tutturdum.
Ama ne bir açıp IMDB'den okudum, ne de kocam konuyu yanlış anladığımı fark etti. Böyle bir kısır döngünün içine girdik.
Ve sonuçta bu filmin festival kapsamında olduğunu öğrenen kocamı tuttu mu bir gülme!
Eh, ben açık hava sinemasının hastasıyım, bu da son gösterim, koca bir kış ayrı kalacağım oradan. Mecburen gidecektim, savaşlı, mavaşlı, ne yapalım.
Kocam da bu arada dalgasını geçiyor benimle, "Sana bütün yaz izletemediğim filme festivalde gidiyorsun ya, oh olsun" gibilerinden.:)
Böyle böyle geyik yaparak girdik filme.
Ve şu anda bütün kalbimle söylüyorum: İYİ Kİ GİTMİŞİM!!
Öncelikle belirteyim, konusunu ben tamamen kıçımdan anlamışım, afedersiniz.
Savaşlı, donanmalı vs.. ile alakası bile yoktu.
Uluslararası sularda yol alan, kaptanı Tom Hanks olan, çok büyük bir kargo gemisine, Somali açıklarında Somalili deniz korsanlarının 'dadanma' hikayesi.
Bilmiyorum bu filmi nasıl anlatabilirim size. (Spoiler yok, rahat olun.) Son zamanlarda izlediğim en heyecanlı, en harika filmlerden biriydi.
Koskoca bir yük gemisi ve onu ele geçirmeye çalışan minicik bir korsan teknesindeki üç-beş ilkel korsan.
"Ateş olsanız cürümünüz kadar yer yakarsınız! Hadi ordan, koca gemiyi nasıl ele geçireceksiniz?!" diyorsunuz. 
İlk başlarda küçümsediğiniz,  hani ne yapsanız da üstünüze üstünüze yapışan minik ama son derece arsız bir sivrisinek hissi veren ama CİDDEN baş belasına dönüşen bu korsanlarla, Kaptan Phillips ve mürettebatının inanılmaz mücadelesini mutlaka izleyin!
Ben gerçekten uzun zamandır bu kadar hop oturup hop kalkmamıştım bir filmi izlerken.
Heyecan, sinir, kızgınlık, öfke, adrenalin, yani her şeyi yaşıyorsunuz iki saatlik filmde ve tempo hiç düşmüyor, hiç!
Ve gerçek hikaye.
Gerçek Kaptan Phillips, tüm yaşadıklarından sonra bir kitap yazmış. Sonra da filmi çekilmiş.
Ve şimdi diyorum ki, iyi ki kocamın ısrarlarına kanıp evde izlememişim de, kocaman perdede izlemişim. Gerçekten muhteşemdi!
İzleyin, izleyin, izleyin!

Evet, sonuç olarak, Kon Tiki dışındaki tüm filmlere bayıldım. (Ama onun da Oscar almış olan ilk çekimini mutlaka bulup izleyeceğim.)
Bir festivali -çoook kalabalık da olsa- keyifle devirmiş olduk.
Ve son film ile açık hava sineması bu sezonluk kapandı.
Ve işte o anda, kapısından çıkarken, ilk defa yazın bittiğini hissettim. İçim hüzünle doldu.
Şimdi koca bir kış, önümüzdeki yazın filmlerinin hevesiyle yaşayacağım.

Teşekkürler Cine-Marine!
Tişikkirler Sipirmin! :P







7 Eylül 2014 Pazar

Seni Tanıdığıma Çok Memnun Oldum, TABARLY




Bu akşam hayatımda ilk defa, hangi filmi izleyeceğimi bilmeden sinemaya gittim.
Son anda yapılmış bir plan değildi. Bu akşam filme gideceğimi birkaç akşamdır biliyordum.
Ancak gel gör ki, neyi izleyeceğim hakkında gerçekten hiçbir fikrim yoktu. Bildiğim tek şey; denizle ilgili olacağıydı.

Çünkü, Turgutreis D-Marin'deki, pek düşkün olduğum açık hava sinemasında sezon kapanmış, normal vizyon gösterimleri bitmiş ama her akşam başka bir filmin gösterileceği, bir haftalık "Deniz Filmleri Festivali" başlamıştı.
Bir-iki tanesi haricinde (Jaws ve Deep Blue) filmlerin neler olduğu ve hangi güne hangi filmin denk geldiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Açıkçası bunun hiçbir önemi de yoktu.
Açık hava sinemasında (hele de son son) gösterilecek olmaları ve deniz temalı olmaları yeterdi benim için.
Hal böyle olunca, keyifli bir deniz gününün ardından duşlarımızı aldık, yemeğimizi yedik ve çıktık. Çıkmadan önce "İnternetten bakalım bu geceki filme." diyen kocama, "Yok bakma, bakarsan da bana söyleme. Süpriz olsun bu sefer." dedim.

Gerçekten çok güzel bir süpriz oldu!

Denize ve denizin üstünde seyreden her şeye aşık, uzun yıllar evvel babası evin teknesini sattığı için delice üzülen ve kocasıyla "Bir gün mutlaka teknemiz olsun." hayalleri kuran bir insanım. Ama birçok deniz tutkununun aksine, illa ki bir yelkenlim olsun gibi bir tutturmam da olmadı. Denizde seyretmemi sağlayacak ve mümkünse uluslararası sularda da gezebileceğim donanıma sahip herhangi bir 'şeyim' olması kafiydi. 
İşte bu yüzden de  yelken ve yelkencilerle ilgili detaylı bir bilgim ve kültürüm yok. Ve yine bu nedenle sinemaya girerken bugünün filmine ait afişteki yüz ve isim bana herhangi bir şey ifade etmedi.
Ta ki "Tabarly" adındaki film başlayana kadar.
Başladıktan kısa bir süre sonra, Eric Tabarly isimli dünyaca ünlü yelkencinin uzun metraj belgeseli olduğunu anladığımız bu film, gerçekten olağanüstüydü!
Küçücük yaşında babasının Pen Duick isimli yelkenlisiyle deniz ve yelken aşkı başlayan ve yaşadığı her günde, aldığı her solukta bu aşkını fersah fersah büyüten, kendi tasarladığı tekneleriyle yarışlardan yarışlara, başarılardan başarılara koşan, rekorlar kıran, bazen tek başına, bazen şahane ekibiyle dev dalgalarla ve türlü tehlikelerle savaşan, rüzgarlarla sevişen bir adam Tabarly.
Çekingen, fazla konuşmayı sevmeyen, hüzünlü ve mahçup bir gülümsemesi olan, fiziksel olarak da fazlasıyla çekici, inanılmaz tutkulu bir adam.
Onun denizle, daha doğrusu teknelerle olan bağını en iyi anlatan kelime gerçekten bu olur: Tutku.

Pierre Marcel'in yönetmenliğini yaptığı ve Yann Tiersen'in müzikleriyle bezeli bu film bir adamın sahip olduğu bu olağanüstü tutkuyu o kadar iyi veriyor ki, izlerken gerçekten büyüleniyorsunuz.
Ve bu belgeselin her saniyesi gerçek görüntülerden oluşuyor. Mizansen yok, canlandırma yok. 
Gerçek Eric Tabarly, gerçek tekneler, seyirler, yarışlar, maceralar, gerçek dalgalar, ve en güzeli gerçek gerilim ve huzur...
O kadar güzel bir kurgusu var ki her sahne insanın içine işliyor. Bazen yüreğin ağzına geliyor, yarış sahnelerini izlerken o dev dalgaların altında kalacakmışsın gibi ürperiyorsun, bazen de onların o anda içinde süzüldükleri denizin kokusu geliveriyor sanki burnuna. Teknede yedikleri salaş yemeğini tadını damağında,  bağırmalarını, kahkahalarını kulağında hissediyorsun. 

İnsan bu filmin her saniyesini gerçekten hayranlıkla izliyor. Ben çoğunlukla elim kalbimde, bazen nefesimi tutarak, bazen de gözlerim dolarak izledim.
Hikayesini izlediğim hayat muhteşemdi. Belki başka izleyicilere güzel gelmeyebilir, sonuçta adamın hayatının neredeyse tamamı denizde geçiyor. Ama diyorum ya, bu tutku gerçekten muhteşemdi. Her ne yapıyor olursak olalım şu hayatta, eminim ki böylesi bir tutkuyla yapıyorsak eğer, hayatımızın son günü geldiğinde, "Evet" deriz, "Ben bu hayatı dibine kadar güzel ve mutlu yaşadım."
Tamamen gerçek görüntüleriyle, film boyunca gözümüzün önünde yaşlanan bu harika adam, gerçekten harika bir hayat yaşamış. Ne mutlu ona.

Ve ne mutlu bize ki, yüreğimize bu kadar işleyen bir hayat hikayesini, böyle harika bir filmle keşfetmiş olduk.
Hepinize öneriyorum bu filmi ama söylemeden de geçemeyeceğim bir şey var. Bence bu filmi küçük ekranlardan izlemek, sizi içine alıveren o görsel şölene haksızlık olur.
Eğer mümkünse izleyebileceğiniz en büyük ekranda ya da perdede izleyin derim.

Böylesi bir güzelliği hak ettiği gibi büyük perdede ve üstelik esintili bir açık havada, hele de tepemizde eylül ayının bulutları ve dolunay olmaya çalışan bir ay varken izlediğimiz için çok şanslıyız.
Öyle güzel bir etki yarattı ki, film bitip de insanlar gittiğinde dahi ben bir süre minderimden kalkamadım. Boğum boğum oldu boğazım, gözümden yaşlar geldi.

Denize ve yelkene özel bir ilginiz olmaksızın, eminim sizde de izler bırakacaktır.
İzleyin, mutlaka izleyin.











4 Eylül 2014 Perşembe

Kitap Okuma. Kitap Sitesi Oku.



Şu son zamanlarda durumum işte aynen başlıkta yazdığım gibi!

Beni biraz tanıyanlar kitap okumayı çok sevdiğimi, kitapçılarda kendimden geçtiğimi ve eğer mesela birini bir süre beklemem gerekiyorsa ve eğer o esnada bir kitapçıya girmişsem, karşımdaki kişinin beni sınırsız bekletebileceğini bilir. (Normalde beklemeyi hiç sevmediğimi bilmem açıklamam gerekiyor mu?:) )
Saatlerce kalabilirim kitapçılarda. Arka sayfaları okurum, kitapların içlerinden rastgele cümleler okurum, neler çıkmış bakarım, sevdiğim yazarların, sevmediğim yazarların, bilmediğim yazarların kitaplarını kurcalar dururum.

3 Eylül 2014 Çarşamba

Melek ve Şeytan


Bugün Turgutreis'te, para çekme yatırma işleri yapmak üzere arabayı kaldırım kenarına çektik, kocam Atm'ye gitti, ben arabada kaldım.
Beklerken bir yandan kucağımdaki kitaba göz atıyor, bir yandan da etrafımı seyrediyordum. Derken gözüm banka şubesinin önünde bekleyen tasmalı bir köpeciğe ilişti. Hayvancık şube kapısının önünde, kuyruğunu sallaya sallaya içeriye bakıyordu. Kapı açıldıkça şöyle girecek gibi yapıyor ama cesaret edemiyordu. Ama nasıl sevimli, nasıl tatlıydı anlatamam.
Belli ki sahibi bankadaydı ve yavrucağın da aklı fikri içerdeydi. Nasıl heyecanlı, nasıl sabırsızdı! Halbuki otursa oraya, sakin sakin beklese, değil mi?
Ama yok, annesi ya da babası çıkana kadar içeriye bakacak, o güzel kuyruğunu sallaya sallaya bekleyecek illa ki. Çünkü yüreğindeki sevgi ve bağlılık kocaman ve çok derin. Onun için hayattaki en kıymetli şey sahibi ve birkaç dakika bile olsa ayrı kalmaya dayanamıyor.

Bu arada girip çıkanlardan bazıları görmeden geçiyor, bazıları ise başını okşuyordu. 
Yavrucağın o tatlı telaşı, merakı ve içeri bakışı görülmeye değerdi gerçekten. Çok ama çok sevimliydi. Ben de kocaman bir gülümsemeyle seyrediyordum onu.
O esnada kapı açıldı. Yavrucak "Acaba sahibim mi çıktı?" umuduyla, kuyruğunu sallayarak kapıya yanaştı, elinde birtakım kağıtlarla bir kadın çıktı dışarı ve köpeciği görür görmez yaygarayı bastı:

"Hooooşşşt!"

Ben tabii dikildim hemen olduğum yerde.
Kadın hızını alamadı, yüzünde son derece rezil bir ifadeyle devam etti:
"Hoooşt! Çekilll, çekil şurdan! Şimdi sinirimi senden alıcam!"
Zavallı yavrucak ne olduğunu şaşırdı, kadına bakakaldı, ürkek ürkek.
Şimdi size kadının köpeğe bakarkenki, onu eliyle 'hoştlarkenki' ifadesini tarif etmek için en doğru sıfatı arıyorum ve evet, sanırım buldum.
İğrençti.
Kadın gerçekten iğrençti.
Arabadan kafamı uzatıp, "Niye öyle davranıyorsunuz köpeğe?!" diye bağırdım.
O da şimdi hatırlayamadığım bir şeyler dedi hınçla. Sadece büyük bir nefretle sarf ettiği son cümlesini duydum: "Turgutreis'te her yer köpek doldu!" 
Tabii bunu, sanki köpekler dünyanın en pis, en tiksindirici şeyleriymiş gibi söyledi. Ben de arkasından "Keşke dünya senin gibilerden temizlense!" dedim ama sanırım duymadı. Dönüp baktığımda, koca poposunu sallaya sallaya uzaklaşıyordu çünkü.

Kadının yüzüne hiç dikkat etmedim. 
Ama size gayet emin olarak söyleyebilirim ki, çok ama çok çirkindi. Gözlerindeki öfke ifadesi 
çok çirkindi bir kere her şeyin başında. Ayrıca kalbinde böyle bir nefreti taşıyan insanın yüzü de zaten güzel olamaz. Allah onu mükemmel hatlarla yaratmış bile olsa, kötü bir insanın güzel görünemeyeceğine inananlardanım ben. Bu yüzden bu kadın çekti gitti ama aklımda kalan onun çirkinliği oldu.
Düşünsenize, sırf sahibi bankada oyalanıyor diye dışarıda heyecanla, umutla ve büyük bir sevgiyle, yerinde duramadan onu bekleyen bir köpek.
Ve kendine hiçbir kötülüğü dokunmadığı halde, üstelik tam tersine sevgiyle kuyruk sallayan masum bir köpeğe bu derece çirkin davranan bir insan.(!)
Allah aşkına, elinizi vicdanınıza koyun da bir düşünün.
Sizce hangisi gerçekten iyi kalpli, hangisi kirli kalpli?
Ve en önemlisi...
Sizce hangisinden korkmalı?

1 Eylül 2014 Pazartesi

1 Eylül'ü Çok Sevmek



1 Mart'ı ilkbaharın, 1 Haziran'ı da yazın ilk günü olduğu için çok severim. 1 Aralık, yılbaşı dönemi başladığı için keyif verir bana.
1 Eylül ise yazın bitişini, tatile, dolayısıyla denize, kuma, gevşek ve sıcak günlere, her şeyden öte tembelliğe vedayı hatırlattığı için içimi burkardı hep. "Ne çabuk geçti gitti yine yaz!" diye hayıflanırdım 1 Eylül'lerde.
Ama dokuz yıldır hiç de böyle hissetmiyorum. Aksine, dokuz yıldır bu tarih benim için mutluluk demek, coşku, keyif, sevinç demek.
Yıllardır bu tarihte ben, birisini mutlu etmeye, sevindirmeye, heyecanladırıp gülümsetmeye çalışmanın coşkusunu yaşıyorum.
Sabahları gizliden gizliye hazırlıklar yapmanın, aman o uyanmadan işlerimi bitireyim diye heyecanlanmanın, balonlar şişirmenin, ortalığı süslemenin, sevimli notlar yazmanın, hediyeler paketlemenin, muzurluklar düşünmenin, pastalar pişirmenin doyasıya keyfine varıyorum. 
Sonra da o kişi bunları yaşarken yüzüne yapışan gülücükleri seyredip seyredip mutluluktan iyice uçuyorum!

Ve ben yıllardır bu tarihte hep şükrediyorum.
O var olduğu için.
Doğduğu, büyüdüğü ve hayatıma girdiği için. 
Nefes aldığı, bana sarıldığı, sevgisini en tatlı halleriyle bana hissettirdiği için şükürler olsun diyorum.

Artık bu tarihi çok seviyorum çünkü 1 Eylül benim canım kocamın doğum günü.
Hele de bugün, 40. doğum günü!
Her ne kadar o, "Ne ara kırk oldum yaa, öff, pöff.." diye ara ara homurdansa da ve hatta "Doğum günümde 'kırk' kelimesinin üstüne çok basmasak da olur.." diye espri yapsa da,  onu motive etmek için, kahvaltıda peynirin üstüne iliştirdiğim "Life begins at fourty. (Hayat kırkında başlar.)" sözünü görüp, "Hmmm... Bu aslında otuz için söylenmiyor muydu?!" dese de, ben onun kırkıncı doğum gününü kocaman bir gururla kutluyorum!

Biliyorum ki her günümüz bir sonrakinden daha anlamlı olacak. 
Biliyorum ki, bundan sonra da, kırk kere yürekten dileğimiz her şey (eh tamam, her şey olmasa da birçok şey:) ) gerçek olacak.
Biliyorum ki yaşların, sayıların önemi olmaksızın biz anları tatmaya, koklamaya ve hissetmeye devam edeceğiz.
O yüzden hiç oflayıp puflamasın benim canım kocam kırk oldu diye.
Çünkü ben çok iyi biliyorum ki kırklı yaşlar ona çok ama çok yakışacak!

29 Ağustos 2014 Cuma

Yatacak Yeri Olmayanlar



Şşt bana bak bi. Sana söylüyorum. Evet evet sana.
Sen kendini bilirsin. Dinle bir beni.
Sana Angel'ın birkaç günlük hikayesini anlatacağım. Tanıdık geliyorsa, muhattabım sensin.
Sen ve senin gibileri.
Ben size, 'yatacak yeri olmayanlar' diyorum.

Angel, bir Alman kurdu. Güzeller güzeli. Kurabiye gibi, kadife gibi kepçe kulakları, kapkara bir suratı ve her köpek gibi yüce sevgisi olan bir kız.
Ama sevgisini gösterebilecek mecali yok. O güzel kuyruğunu bile sallayamayacak kadar halsiz. Çünkü hasta. Çok ama çok hasta. Üstelik çok bakımsız. Neden biliyor musun?
Çünkü sokağa terk edilmiş. 
Safkan bir Alman kurdu sokaktaki köpeklerden doğamayacağına göre, bir zamanlar bir yuvası, ailesi ya da en azından bir sahibi, bakanı varmış.
Ama sonra o kalleş, kendince bir sebeple atmış Angel'ı sokağa. Sen ve senin gibi yüreği olmayan, köpeğe mal gözüyle, bekçi gözüyle bakan, it gözüyle bakan bir kalleş!
Angel zayıflamış, bitkin düşmüş.
Keneler musallat olmuş garibanın bedenine. Ve o kenelerden bir ya da birkaçı, hastalık taşıyormuş.
Kan paraziti. 
Yemişler, içten içe mahvetmişler Angel'ı.
Senin işin bitince sokağa attığın o masum hayvanı ele geçirmişler, başıboş ve savunmasız bulunca...

Çok geç olmuştu arkadaşım onu bulduğunda. Bitkin, yorgun ve dermansızdı. Akıntıları vardı, 42 dereceye çıkmıştı ateşi.
Günlerce dayandı. Burnundan kanlar geldi, kustu, perişan oldu. İshal kakalar yaptı, kanlı kakalar yaptı, aklına gelebilecek her türlü paraziti döktü. 
Feciydi, feci. 
Nefes alamamaya başladı sonra.
Senin yüzünden! 
Sen onu alıp, kullanıp sonra da paçavra gibi sokağa attığın için!
Senin yüzünden hasta oldu. 
Ah bir dakika.. Belki de hasta olduğu için atmışsındır. Çünkü öyle birisin sen. Sen ve senin gibiler.
Ama ben sana bir şey diyeyim mi... Angel iki gün önce, biraz iyiyken, biz yanından ayrılırken bile arkamızdan öyle hüzünlü ve meraklı bakmıştı ki, o bakışı içimizi parça parça etti.
Sadece birkaç gündür tanıdığımız köpeğin arkamızdan öyle bakmasına perişan olduk. Ertesi gün tekrar göreceğimiz halde. Yüreğimiz kavruldu.
Peki sen nasıl yaptın? 
Sen nasıl bir yaratıksın ki, onu temelli bırakabildin? Nasıl bir insansın ki sen, canın hiç yanmadı? Çünkü eminim sana da öyle bakmıştır. Hatta çok daha acı, telaşlı ve üzgün bakmıştır sana. Senin ne kalleş olduğundan habersiz, kardeş bilmiştir seni. Dost bilmiştir, anne, baba bilmiştir.
Nasıl, nasıl, nasıl yapabildin?

Senin bir adın yok ama varsın biliyorum. Şu dünyada bir yerlerde, belki bize çok yakın bir yerlerde salına salına dolaşıyorsun. Yiyip, içip, dışkılıyorsun. Sokağa terk ettiğin köpeği çoktan unutmuş olarak bir yerlerde pis kahkahalar atıp, bizim doğamızda, bizim dünyamızda, aslında hiç de hak etmediğin bir hayatı yaşıyorsun. O melekler acılar içinde yaşarken, sen gerreksizce çoğalıyorsun. 
Senin adın yok ama senden çok var.

Angel'ın da adı yoktu. İsim koymaya bile zamanımız olamamıştı.
Ve o, senin arkana bakmadan terk ettiğin o güzel kız, dün akşam kanlar kusarak öldü.
Doktorları her şeyi yaptılar ama olmadı, olamadı. Çünkü sen... Sen onu baştan terk ettiğin için. Onun bu hallere düşmesine neden olduğun için.

Onu bulan arkadaşım dün gece uyku uyuyamadı. Kendi evladını kaybetmiş gibi oldu, toparlanamadı. Bizim canımızdan can koptu son iki günde, sen biliyor musun?
Bilmezsin. Bilsen de umursamazsın değil mi?
Sen insan değilsin çünkü. 
Sen bir defosun. Çürük malsın.

Bilmeyi hiç hak etmiyorsun ama söyleyeyim... Angel çok güzel bir yerde uyuyor şu anda. Çok acı çekti ama huzura erdi nihayet.
Sen huzur bulabilecek misin ömründe? 
Bana bir de bakayım. Ha?
Hayır bulamayacaksın. Nedeni bilmeyeceksin belki ama çırpınıp çırpınıp batacaksın.
Ve inşallah en muhtaç olduğun anda el uzatanın da olmayacak. Bak buraya yazıyorum.

Angel'ımız güzel bir yerde yatıyor şükür.
Ama sen ve senin gibiler?
Sizin ne bu dünyada, ne başka yerde... 
Yatacak yeriniz yok.




25 Ağustos 2014 Pazartesi

Şimdinin Güzelliği ve Şaşkınlığı


Bazı anlar oluyor, ne yapacağımı şaşırıyorum...
Ama telaş içinde olduğum, acele karar vermem gereken bir durumla boğuştuğum ya da şuursuz olduğum anlar değil bunlar. 
Aksine dingin, mutlu ve olabildiğine şahane anlar...
Belki de, bir filmin içinde olsaydı, durdurulup derin bir nefes alarak, içine çeke çeke seyredilmesi gereken kareler gibi anlar.
Ama işte böyle anlarda ben bazen gerçekten ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. Elim ayağıma, zihnim kalbime dolanıveriyor.
Tam şu anda olduğu gibi.
Günbatımını izlemek ve sevdiğim bir yazıyı okumak için balkona çıktım, bir kupa sıcacık çay ile. Ama gün yine o kadar güzel battı ki, bu güzelliğe karşı okumayı hayal ettiğim yazıyı okuyamadım.
Sonra koştura koştura içeri gidip fotoğraf makinemi alıp birkaç kare fotoğrafını çektim karşımdaki kırmızılığın.
Ve dedim ki kendime, makineyi bırak, sadece anın güzelliğini yaşa.
Peki diye cevapladım kendimi yine ve güneşin ardında bıraktığı tonlara verdim kendimi.
Gevşedim.
Sonra baktım, kocaman kocaman dalgalar aşağıdaki kayalıklara çarpıyor, şahane köpükler yaratıyor. Muhteşem bir seyirlik. Doğanın her bir ayrıntısına çılgıncasına aşık bir insan olan benim için, büyüleyici bir şey. Evimin aşağısında, her gün görüyorum ama her seferinde ilk kez görüyormuşçasına ya da son kez görüyormuşçasına etkiliyor beni.
Yine aynı etkiyi yarattı.
Sonra koştur koştur yine salona gittim, bıraktığım fotoğraf makinesini geri aldım, başladım bu sefer köpükleri yakalamaya çalışmaya.
Sonra iç sesim yine uyardı, "Tamam yeter, çektin. Artık sadece seyret."
Gidip bıraktım geri, salona.
Hayran hayran tekrar dalgalara ve günbatımına dalmışken, aklıma okumak istediğim yazı geldi, açtım bir iki satır okumaya başladım... Ama bu sefer de aklım denizde kaldı. Öylesine güzel renkler oluşmuştu ki, hiçbir saniyesini kaçırmak istemedim.
Yazıyı kapadım yine.
Gökyüzü iyice kızardı. Tam fotoğraflıktı. Popom yerden azıcık havalandı, salona seğirtecektim makineyi almak için, vazgeçtim.
"Şu yazıyı da okuyaydım iyiydi" dedim, ondan da vazgeçtim.
O kadar coşkulu hissettim ki, bunu yazmalıyım dedim sonra. Şu anları satırlara dökmem lazım, hemen şimdi, dedim.
Yok dedim sonra, yazma, sadece yaşa.
Sonra bıraktım yine kendimi manzaraya.
Her gün gördüğüm halde beni hep başka başka etkileyen manzaraya.
Baktım hava koyulaşmaya başladıkça bir iki yıldız beliriverdi tepede. 
Biri yıldız değilmiş ama, uçakmış. Balkondan kafamı tepe aşağı sarkıtıp, gözümden kaybolana kadar baktım uçağın minicik ışığına.
İçinde kimler var diye düşündüm... 
Acaba heyecanlılar mı şu anda, nereye gidiyorlar acaba diye, şu anda benim olduğum kadar mutlular mı diye düşündüm.
İnşallah öylelerdir dedim.
Sonra o kadar hoşuma gitti ki içinde bulunduğum kare, gözlerim doldu, hatta bir iki damla da firar etti.
Kendine güldüm o an, "Seni hassas turşu, yine buldun ağlayacak bir şey.."
Sonra keşke dedim, keşke hep böyle anlarda aksa gözyaşlarımız.

Derken hava karardı.
Güneşin ardından battığı dağlar kayboldu.
Kayalara vuran dalgalar, köpükleriyle birlikte gözünmez oldular.
Ama hala oradalar, o güzelim sesleri kaldı bana.
Haydi dedim sonra, yazacaksan şimdi yaz, sonra da salona geç, uzan, okuyamadığın yazıya bırak kendini.

Bilmem size de oluyor mu benim bu akşam yaşadığım gibi gelip gitmeler. Şahane bir anı yaşarken içinizin içinize sığamadığı zamanlar? 
Öyle güzel bir noktadasınız ki, onu sadece yaşamak istiyor bir yanınız. Ama diğer yanınız görsel olarak, başka bir yanınız ise satırlara dökerek belgelemek, somutlaştırmak istiyor. İstiyor ki kaybolup gitmesin o mutluluk. 
Ama belgeleme telaşı içinde doğallığından mı kopuyoruz anın?
Belki de.
Sonra yazayım desem, duygudan çıkacağım. 
Fotoğrafını sonra çekmek ise zaten imkansız.
Bilemedim ne yapmak lazım.

İyisi mi her şeyi oluruna, doğalına bırakmam lazım.
Ben de öyle yapacağım.
Şimdi içeri geçip bir kupa daha çay koyacağım. Kocamın yanağına kocaman bir öpücük kondurup, kendimi kanepeye atacağım.
Sonra ise canım her ne istiyorsa kendimi ona bırakacağım...



24 Ağustos 2014 Pazar

Gümüşlük'ün En Güzel Hediyesi


Kendimi bildim bileli Bodrum'da en sevdiğim yer Gümüşlük'tür. Her adımımı atışımda beni kokusuyla, sesleriyle, manzarasıyla, dingin atmosferiyle ve sahip olduğu her güzelliğiyle saran, içine alan bir belde Gümüşlük. Ama ben bu yazımda size bu güzel beldeyi tanıtmayacağım.
Bu yazıda ben size bir tanışma hikayesi anlatacağım.
Gümüşlük'te başlayan bir dostluk bağının hikayesi.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Ekime Kadar Serbest Uçuş



Kendime ekime kadar özgürlük hediye ediyorum!
Nasıl bir özgürlük derseniz, ekime kadar cumartesi ve pazartesi günlerine bağlı kalmadan, özgürce yazmak istiyorum.
Bodrum'a geldiğim günden beri kendimde, Cumartesi Yazısı yazma ve Tatlı Pazartesi yapma konusunda bir -nasıl diyeyim- tutukluk hissediyorum.
Yani, sürekli yazı günlerimi unutuyorum ve "Aaa cuma gecesi olmuş, ben yazımı yazmadım eyvah!", "Amanın bugün pazartesi, ben Tatlı Pazartesi yaptım mı? Yok, yapmadım yahu, Allah kahretmesin beni!"  hallerine girip duruyorum.
Ya da hafta ortasında aklıma güzel bir konu geliyor, hadi hemen oturup şunu yazayım diyorum ama içimin uyanık ve sinsi kısmı anında devreye girip şunu deyiveriyor:
"Dur dur, şimdi yazıp da harcama bu konuyu, cumartesi yazısına sakla!" diyor. Ama bunu söylerken keşke konuyu bir yere not etmemi de tembihlese, çünkü ben anında unutuyorum ve cuma gecesinin saat bilmem kaçı olduğunda, uykudan süründüğüm bir anda yazı yazmam gerektiği aklıma geliyor ve tabii ki geçmiş ola!
Tatlı Pazartesi yapmak ise başlı başına bir iş, ona hiç girmeyeyim zaten.
Neyse.
Yani ben hayatta yapmaktan en ama en çok keyif aldığım şeyi, yazmayı, böyle kalıplara sokmak istemiyorum. En azından ekim ayına kadar.
Ekime kadar tamamen özgür olmak, canım ne zaman isterse o zaman yazmak istiyorum. İçimden geldiğinde sadece bir satır bile olsa ses vermek istiyorum. Ya da belki bir paragrafla, o anki hislerimi size aktarmak, kısacası bazen sadece bir merhaba deyip kaçabilmek istiyorum.
Haftada bir güne bağlı kaldığım zaman, kendimden beklentim de yükseliyor. Bu kötü bir şey mi, tabii ki hayır. Ama sadece cumartesileri yazdığımda, kısacık, bir iki cümlelik bir paylaşım yapıp kaçmak içime sinmiyor. 
Bu da -en azından şu sıralar- beni biraz daraltıyor!

Şimdi önümde iki seçenek var. 
Birincisi, ekime kadar gayet özgür ama aksatmadan, arayı açmadan yayın yapacağım ve eğer hepimizin hoşuna giderse, her şeyden önemlisi bu şekilde de disiplinimi sağlayabilirsem, ekimden sonra da böyle devam edeceğim.
Ya da, duruma göre, ekimde yine Cumartesi Yazısı + Tatlı Pazartesi olarak devam edeceğim. (Bu arada, ne olursa olsun, ekim ayında Tatlı Pazartesi aynı şekilde devam edecek, onda değişiklik olmayacak.)

Bu iki yoldan hangisine gideceğimi beraberce göreceğiz. 
Ama ben bu yeni sürecin bana çok keyif vereceğini düşünüyorum. 
Umarım sizler de keyif alırsınız.

Bundan sonra hangi gün yazacağım belli olmadığından, yazılarımı kaçırmamak için blogumu sağ sütundan Gökkuşağı Dosyası'nı takibe alabilirsiniz. Ya da Facebook sayfamı takip edebilirsiniz. 


Bodrum'dan püfür püfür rüzgarlarla birlikte miss gibi deniz kokusu yolluyorum size!
Herkese süper bir haftasonu dilerim.


6 Ağustos 2014 Çarşamba

Takip Ettiğim Bloglarımı Özledim Ben!!



Keyifle takip ettiğim blogları uzuuun zamandır okuyamadım.
Nedenine gelince, ilk başlarda çok yoğundum.
Kontrol panelimden bloggerların yeni yeni yazıları geçtikçe, "Ahh şunları bir güzel biriktireyim, rahat zamanımda keyifle saydırarak okuyayım." dedim.
Huyum kurusun, yabancı dizileri de biriktirip izlemeye bayılıyorum! :)
Yani aslında her birine kıymet verdiğim için, karambole gelmeden, şööyle çayımla, kahvemle rahatça yayılarak okumak istedğim için böyle oldu.
Ama kaç haftadır bir türlü okumaya fırsat olamadı. Dinlenme vakitlerimde ise kitaplarımı bile genelde hep uykuyla savaşarak okudum. Gündüz, gece fark etmeksizin iki sayfa okuduktan sonra kafam düşer oldu. Temiz hava mı çarptı ne?
Hal böyle olunca, okuyacağım blog yazıları epeyce birikti ve ben şu an onlara başlamak için sabırsızlanıyorum! Hepsini tabii ki bir günde okuyamam ama en eskiden başlayarak - yanında kahvemi de hüpleterek - hepsini teker teker okuyacağım için çok mutluyum.
Evet biriktiler ama benim için koca bir sepet dolusu elma gibi oldular, ne güzel!

Bu arada Bodrum'la ilgili paylaşımlar yaparım demiştim ama çok da fazla dışarılara çıkmadık açıkçası. Genelde hep çalıştık ve de evimizde dinlendik çoğu zaman. Hava ise son günlerde öldürücü
derecede sıcaktı. Hala da öyle. Nem de çok fazla. Bir markete gidip geliyorsun, duşa kendini zor atıyorsun.
Bu nedenle - hiç sevmememe rağmen - yine de yaşasın klima diyorum şu günlerde.

İşte böyle. Bugünden itibaren blog yazılarını saydırmaya başlıyorum, oh ne güzel! Ve artık bu kadar ara verip biriktirmemeye, zamanında okumaya da kararlıyım. Ama önce bir eskileri eriteyim değil mi? :)
Herkese güzel günler dilerim!



2 Ağustos 2014 Cumartesi

Aaa Burası Boooş!


- Hmmm... Bugün cumartesi yazısı yok gibi sanki...
- Evet yaa, koymamış.
- Bu saate kadar yazmadıysa yazmaz herhalde...
- Önceden de geç yayınladığı oluyordu ama... Belki bir ihtimal?
- Yok yahu, bırak allasen, Bodrum modrum iyice cıvıdı bu... 
- Deme öyle yaa, alma kızın günahını.
- Yalan mı? Şuna bak, bir heves geliyoruz yazı okuyacağız diye, fıss. Yazının yerinde yeller esiyor.
- Bir işi çıkmıştır belki.
- İş miş bahane, aval aval denize bakıyodur bu yine.
- Bir iş yetiştirmesi gerekiyormuş diye duydum ama.. Kocasıyla çalışacakmış galiba bugün... 
- Yahu bırak, gelme bu ayaklara, bir saat çalışır, beş saat uyur bu, bilmez miyim... 
- Çok üstüne gidiyosun bence...
- Valla ben bilmem, yazı diye geldim yazı yok, bi daha da gelmem.
- Aman iyi sen git. Ben beklerim bi dahaki cumartesiyi.
- Enayi. Sen bekle daha.
- Hadi yürü git sen, sinirimi bozma. Eylül yazamadıysa sebebi vardır.
- Aman iyi.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...