Sayfalar

25 Şubat 2012 Cumartesi

İnternet ve Platonik Aşklar


























Sevgili internet artık hepimizin hayatında ve birçoğumuz için vazgeçilmez duruma geldi. Sağlıklı kullanıldığı sürece de bence dünyanın en müthiş icatlarından biri. 
Facebook ise bence artık internetteki kimlik kartımız gibi oldu. Dünyaya geldiğin anda hemen bir nüfus cüzdanı sahibi oluyorsun, internet hayatına girdiğin anda ise bir facebook hesabı!... Eskiden yeni insanlarla tanıştığımızda birbirimizden ev ya da cep numaralarımızı alırken, şimdi face'te ekliyorum seni moduna geçtik. Ne? Hı? Dur bi dakika, face mi? demeye kalmadan aa  bir bakıyorsun arkadaş isteği gelmiş bile. Zira artık internete girmek için bilgisayar başında olmak da şart değil. Cep telefonları ve tablet pc'ler sağolsun, ayaklı internet kafe gibi gezer olduk.

Ben tüm bunlara karşı mıyım? Hayır değilim. Kararında ve yararlı kullanıldığı sürece her türlü teknolojik gelişmeye açığım. Facebook'u da severek kullanıyorum.  Ama şunu da düşünmeden edemiyorum: Facebook, twitter gibi siteler geldi, hayatımızın gizemi uçup gitti mi?

Ben seksenlerde çocuk olmuş, ortaokul ve lise yılları da doksanlara denk gelmiş bir insanım. Ve şu andaki gençlerin facebook ve twitter gibi sitelerde yaptıkları paylaşımları gördükçe  ister istemez  eski yıllardaki platonik aşklarımızı ve bu aşkları yaşayış biçimimizi düşünüyorum.
Biz o yıllarda saftirik, gözü yaşlı romantiklerdik. Bir elimizde bira şişesi, bir elimizde - eğer şanslıysak - sevdiğimizin bir yerlerden bulduğumuz fotoğrafı, müzik dinleye dinleye, hayal kura kura sabahlara kadar ağlardık! Aşklarımızın en önemli tanıkları en yakın kız arkadaşlarımızdı. En ufak bir bakıştan umutlanıp, kız arkadaşımıza o bakışı saatlerce ballandıra ballandıra anlatırdık. O bakışın üzerine umut dolu senaryolar yazardık. 
Sevdiğimizin ev telefonunu biliyorsak ara sıra sessiz telefon yapar, annesi çıkarsa üzülür, kendisi çıkarsa sesini duyup kapatır ve tekrar ağlardık!... 
Ortak arkadaşımız yoksa ondan haberdar olamazdık, fotoğrafı yoksa onu göreceğimiz tek yer -kim bilir ne zaman- onunla karşılaşacağımız yer olurdu! Ve her an, her dakika şunu düşünürdük:

Acaba şu anda ne yapıyor?

O zamanlar bir platonik aşkın en tatlı ve en acı tarafı onun ne yaptığını bilemiyor olmaktı... Bizim onu düşündüğümüz anda acaba o nerede ve kimlerle diye kıvranmaktı. Acaba beni düşünüyor mu diye kendi kendine sormak ama bunun cevabından hiçbir zaman emin olamamaktı. Sonra, onu gördüğümüz yerde mutluluktan uçmak ve sonrasında yine acaba bir daha ne zaman göreceğim diye hüzünlenmekti. Aynı okuldaysak akşamlar ve haftasonları geçmek bilmez, hatta on beş tatiller eziyet gibi gelirdi. Ama tüm bunları yaşadıktan sonra da o kişinin yüzünü canlı canlı görmenin zevki ve tadı bambaşka olurdu.
Bizim platonik aşklarımız böyleydi. 

Şimdi ise bakıyorum, acaba şu anda ne yapıyor düşüncesi, acaba şimdi facebook'ta mı ile yer değiştirmiş. Acaba yeni fotoğraf ekledi mi? Şimdi ne kolay sevdiğinin fotoğraflarına, bilgilerine ulaşmak!... Ben ortaokuldayken aşık olduğum çocuğun fotoğrafına ulaşmak için onun okulundan birilerini bulmuş, yıllıklarını rica etmiş ve günler sonra elime geçen yıllıktan siyah-beyaz fotokopi çektirip sevinçten havalara uçmuştum! Taa ne zaman sonra ise başka bir arkadaşımdan bulduğum renkli ve orjinal fotoğrafa terfi etmiştim. Şimdi ise gençler sevdikleri kişilerin fotoğraflarından on tane kitap bastırır valla!

Ve platonik aşıkların acaba sevdiğim kişi şu anda nerede, acaba beni düşünüyor mu diye kendilerini yiyip bitirmelerine de gerek kalmadı. Çünkü facebookta takıldıkları sürece sevdikleri kişinin hangi saatte tam olarak nerede olduğunu, hangi caddeden geçtiklerini ve hatta neredeyse saniyede kaç adım attıklarını görebiliyorlar artık. Ve twitter sağolsun, adam/kadın o anda ne düşünüyor, aklından ne geçiyor, neye seviniyor, kime sövüyor, yumurtayı nasıl sever, sabah ne yedi, akşam ne içecek, ne renk pijama giyecek hatta evinde patates- soğan kalmış mı, süt bozulmuş mu hepsini öğrenebilirler!

Ne kolay değil mi? 
Yoksa zor mu aşkları böyle yaşamak?... Fiziksel olarak uzak olduğun halde armut piş ağzıma düş hesabı her şeyi bilerek, aynı evin içinde olmadığın halde gizemsiz ve duvarsız yaşamak...

Eskiden görünmezlik gücümün olmasını dilediğim zamanlar olurdu. Görünmez olayım ve gidip onun ne yaptığına bakayım. Şimdi ise bir bakıma herkeste var bu güç. Ama ne kadar cazip olduğu tartışılır.

Şu anda hayatımı paylaştığım canım sevgilim de dahil olmak üzere, ben zamanında platonik aşk ve gizem ikilisini dibine kadar yaşadım. İyi ki de yaşamışım! Çok güzeldi çünkü bizim yaşadıklarımız, hüznü bile tatlıydı. Şimdiki facebook/twitter bağımlısı gençler aşkın bu tadını yaşayamıyor diye gerçekten üzülüyorum. 

Ve açıkçası bunun bir on sene, hatta yirmi sene sonrasını düşünmek bile istemiyorum!

Fotoğraf: http://www.sxc.hu/browse.phtml?f=view&id=837631

22 Şubat 2012 Çarşamba

Video / Geri's Game

Bir Pixar fanatiği olduğumu önceden de belirtmiştim. Bu nedenle, eski yıllara ait de olsa bu stüdyonun kısa filmlerini ara ara paylaşacağım. Zira yıllar bu filmeri eskitemiyor. Ben tekrar tekrar izlemekten hiç bıkmıyorum. Her seferinde de tüm ekip çalışanları için Bunları alınlarından öpmek istiyorum! diyorum. Hepsine hayranım! 
Geri's Game, izlerken güldüren ve hüzünlendiren animasyon filmlerden. Yazarı ve yönetmeni Jan Pinkava. Aldığı altı ödülün dışında,1997'nin En İyi Kısa Animasyon Film oscarını da kapmış. Daha ne olsun. Detaylı bilgi için imdb linkini de vereyim: http://www.imdb.com/title/tt0131409/ 

Keyifli seyirler!..
.

Fotoğraf: www.pixar.com

15 Şubat 2012 Çarşamba

Patates aşkına!

















Üç kişilik patates kızarttınız ama diğer iki kişinin acele gitmeleri gerekti, ne yaparsınız?

A) Ne yapacağım ki? Aynı şekilde 1 porsiyonumu yer, gerisini bırakırım. Normal insanım çünkü ben.
B) E madem gittiler, azıcık daha fazla yiyebilirim. Çok da acıkmışım zaten. Yarın daha az yerim.
Benim cevabım ise:
C) Ne? Gittiler mi?! Sahi mi söylüyorsun? Hem de patateslerini yemeden! Bak sen şu işe, hay allah..Patates de soğuyunca kayış gibi olur, bir daha da yenmez, ziyan olur yahu. Yiyeyim bari ben onları. 

Huyum kurusun. Kediye ciğer, bana da patates kızartması emanet edilmez. Oturalım beraber bir kafeye, söyleyelim ortaya koca bir tabak patates ve siz kalkıp tuvalate gitme gafletinde bulunun!... Bakalım döndüğünüzde tek bir çöp patates bulabiliyor musunuz tabakta!

Bira+patates büyük keyiftir mesela değil mi? Sevmem değil ama patatesi öyle çerez gibi on dakikada bir ağzına atıp yavaş yavaş yemek de bana göre değil. Başına oturdun mu gömüleceksin. Çok kızardığı için çatala batmayan ve en sona kalan o küçük kıtır parçayı bile yiyeceksin!...Hatta o parçayla savaşacaksın, çatalı batıramadıkça inat edeceksin, kıt deyip kırılacak, beş parçaya ayrılacak ama sen yine de mideye indireceksin onu. Çok plastik çatal kırdım ben o parçalar yüzünden ama zafer hep benim oldu!
Benim patates kızartması yemekten anladığım budur.

Her türlüsünü de severim ayrıca. Dondurulmuş, ev tipi, ince-çıtır, parmak patates, elma dilim, armut dilim, karpuz dilim fark etmez. Patates olsun!

Ama ben tüm bunları yazınca siz beni patates kızartması sapığı sanacaksınız şimdi. Her gün yiyorum diye düşüneceksiniz. Valla öyle değil! Aksine, artık dışarıda gerekmedikçe hiç yemiyorum diyebilirim. Çünkü patatesin kızgın yağda kızartılınca nasıl zehire dönüştüğünü biliyorum. 
Ama evde - dikkat bu yazıda gizli reklam uygulanmaktadır - 1 yemek kaşığı zeytinyağı ile  1 kg. patatesi kızartabilen mucizevi alet var. Hal böyle olunca kızartmaz mı insan? Hele de benim gibi tipler bundan fena halde yüz bulmaz mı? 
Bulur. Ben de buldum işte.

Üç  kişi için bir kilo dondurulmuş patates kızarttım. Onlar gitti, ben kaldım. Kediye - köpeğe de zararlı patates. Atılmasın yazıktır dedim. Hepsini yedim. 
Bir de üstüne - utanmadan - bu yazıyı yazdım. Kendimi tebrik ediyorum.
...
PS: Soda var mıydı acaba dolapta? Bir tabak da makarna yedim çünkü yanında. Onu yemeseydim iyiydi de... Neyse artık.  


14 Şubat 2012 Salı

Yine Gelmiş 14 Şubat!



Eveeet, yine gelmiş bir 14 Şubat! 
Yine her yer pespembe ve kıpkırmızı olacak, tepemizden güller yağacak a dostlar! Ağzımızda çikolata tadı, gözümüzde pırlanta ışıltıları!.. Sevgilimiz bize duymak istediğimiz her şeyi ard arda söyleyecek, kulağımızda sevgi sözcükleri, tenimizde sıcacık bir şöminenin sıcaklığı ile ayaklarımız yerden kesilecek. Çok mutlu olacağız, çok sevileceğiz çok!

15 Şubat'a kadar. 
Sonra, yine kaldığımız yerden devam. Aa ama olur mu, tabii ki her şey aynı olmayacak! Çikolata yemekten azıcık kilo alacağız ama olsun, parmağımızdaki ışıl ışıl tek taş için her şeye değer değil mi? Değer tabii.

Değmez yahu. Değmez.
Yahu bir gidin kardeşim! Her sene hep ama hep aynı şeyleri görmekten içim dışıma çıktı artık. Kırmızı, çikolata, kalp, pırlanta. 
Seviyorsan hediye al, aşıksan pırlanta hediye et, sevgini şöyle göster, böyle ispatla. Bu ne??

Ben hayatımın diğer yarısını bulduğumdan beri 14 Şubat'ı hiç kutlamıyorum, ihtiyaç duymuyorum çünkü. Ama karşı da değilim Sevgililer Günü'ne. Savaşlardan perişan olmuş, yorgun düşmüş bir dünya için çok güzel bir şey aslında, sevginin, aşkın vurgulandığı bir günü kutlamak. 

Ama önümüze konan kutlama biçimi tuhaf. Yapay. Zoraki ve sentetik.
Karşımızdakine sevgimizi nasıl göstereceğimizi reklamlar öğretiyor bize, bak sen! Sevgilimize verdiğimiz değer ona aldığımız hediyenin kıymeti ile ölçülecek, dünyaya bak! Bir nesil bununla yetişiyor şu anda. Beyinleri ve hatta kalpleri, duygusal anlayışları buna göre kodlanıyor, şekilleniyor. Ne yazık!

Sonra ne oluyor, ooh neyse Sevgililer Günü'nden önce ayrıldım da hediye işinden yırttım diyen insanlar dolaşıyor ortada.. Kızar mısın yoksa haline acır mısın bu adamların?
Ben karar veremiyorum. 

Yine de, bütün klişe kutlama şekillerini ve kalıpları bir kenara koyarak, sevginin ve aşkın değerini gerçekten bilen her güzel insanın 14 Şubat'ını kutlarım. Mutlu olun.

Fotoğraf kaynak.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Dört Mevsimin Tadı





























Günlerdir durmaksızın yağan, ortalığı kapkalın, bembeyaz bir örtüyle kaplayan ve yağarken benim içimi de sızlatıp donduran kar nihayet eridi, gitti. 

Dün sabah sokağa adımımı attığımda beni çok mutlu eden şey ise sadece karın olmaması değil; havanın bahar tazeliği taşıyan yumuşacık hali, mis gibi kokusu ve her yere pırıl pırıl yayılmış olan güneş ışıklarıydı.
Bir çok kez olduğu gibi yine, dört mevsimi yaşayabilen bir ülke olduğumuz için şükrettim. 

Bazen kutupları falan düşünüyorum da; oradaki insanlar sürekli karla yaşamaya, yeşilsiz bir dünyada her şeyi bembeyaz görmeye nasıl tahammül edebiliyorlar? Bu aynılığa dayanabilecek çok güçlü bir psikolojileri mi var yoksa sürekli bu beyaza ve soğuğa maruz kaldıkları için psikolojileri genetik olarak bizimkilerden farklı mı gelişmiş?
Alışmışlardır diye düşünüyorum tabii ama buna nasıl alışılır?

Kışın bence tek güzel yanı ardından baharın gelecek olmasıdır. Baharın hayali ile yaşamaktır.
Zaten hayatımız bütünü ile bundan oluşmuyor mu? Yaşamımız da aslında mevsimlere ayrılmış değil mi?

Açlık hissi çekmeseydik, yemek yemek bu kadar keyif verir miydi bize?..Ya da tersinden bakalım; yemek yiyeceğimizi bilmeseydik, açlığa dayanabilir miydik?

İki gün uykusuz çalıştıktan sonra kafamızı koyduğumuz yastık ve şöyle tüm kaslarımızı gevşeterek kendimizi bıraktığımız yatağımız çok daha yumuşak ve rahat gelmiyor mu bize?

En tatlı başarı; zor kazanılmış olan, en güzel aşk; öncesinde biraz süründürüp biraz da ağlatan değil mi?
Yürüdüğümüz yol ne kadar taşlı ise, vardığımız hedef o kadar mutlu etmiyor mu bizi? Ya da hedefimize varmanın hayali ne kadar tatlı ise, o derece şevkle yürümüyor muyuz o yolda?

Her çalışma döneminin bir tatili, her yorgunluğun bir dinlenmesi var. Her göz yaşının bir kahkahası, her yaranın bir kapanışı var.
Her soğuğun bir sıcağı, her sıcağın bir tatlı esintisi var.

İşte biz buna umut diyoruz. Ruhumuzun irili ufaklı binlerce umudu. Hayatımızın, birbiri ardından gelen mevsimleri.

Ve özlem. 

Yazı yaşamak güzeldir ama onu hayal etmek ve özlemek de en az onun kadar güzeldir.
Kalın paltolarımız içinde ısınmaya çalışırken, tiril tiril elbiselerimizi özlemek. Güneşin omuzlarımızı kızdırmasını, ayaklarımızı suya sokmayı, denize atlamayı, kumsalda uyuyakalmayı, tuz kokusunu, bahar çiçeklerini, güneş altında keyif yapan kedileri, patlıcan kızartmasını, yıldızlı geceleri özlemek...

Kutuptakileri bilemem ama baharı olmayan sonsuz kışlar yaşamak kesinlikle bana göre değil. 
Ve bu yüzdendir ki Yeni Türkü'nün Fırtına şarkısına bayılırım. O malum sözleri duyduğum her sefer mutlaka gözlerim dolar ve içim umutla coşar:

Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar

Evet.. Yağmur yağar. Ardından güneş açar.
Kim bilir, daha fazla gülümseyebilirsek belki gökkuşağı da çıkar!


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...