Sayfalar

22 Kasım 2014 Cumartesi

Çağan Irmak, Kocamı Neden Ağlatamıyorsun?

















Kocam, "Çağan Irmak ağlatma mühendisliği yapıyor." dedi dün gece.
Tam da, hangi filme gitsek diye internetten bakınırken ve Unutursam Fısılda ile Karışık Kaset arasında karar kılmaya çalışırken.
"Hah, buna gidersek yine ağlayacağız." dedi, Çağan Irmak'ın Unutursam Fısılda'sını kastederek.
"Sen ağlamazsın ki! Nerdeee, keşke ağlasan!" dedim ben de. 
Kocam bilir, filmlerde, dizilerde eşleriyle birlikte ağlayabilen adamlara özenmişimdir hep.  Ama sanmayın ki benim kocam duygusuz bir hırt. Hayır tabii ki öyle değil, tersine çok da hisli adamdır.
Ama bir filmin ağlamalı film olduğu baştan belliyse, hemen bünyesindeki alarmlar çalmaya başlar sanki... "Ağlama, ağlama, ağlama!! Herkes ağlayacağı için sen sakın ağlama! Hatta ağlayanlarla dalga geç!"
Nedendir bilmem ama bu genelde böyle.  Hal böyle olunca bana da geliyor bir kasılmalar. Kendimi "Öööğğuuuhuuu aaauuhuuuu!" diye bırakmak istediğim sahnelerde, böyle saçlarımı kafamın iki yanından yüzümü kapayacak şekilde çekiştirip kapamalar, burun çekme seslerim duyulmasın diye böyle nefesimi içime içime çekmeler, selpakları saklamalar, gözyaşlarımı içime akıtmalar, için için ağlamalar... .:)
Ve tabii bu arada yan gözle kocamın ifadesini kollamalar, "Acaba o da hisleniyor mu? Acaba onun da kalbine dokunuyor mu bu sahne? Yok, hislenmiyor gibi.. Ama niye, duygusuz mu benim kocam? Ay dur, burnunu çekti sanki, ağlamak istiyor da tutuyo gibi.. Bak gözleri de yaşlandı, azıcık parlayıverdi sanki... Yok yahu, ışık vurdu ondan oldu... Yok yok, onun da içi acıdı, bak derin derin nefes alıyor gibi.. Yoksa kemeri mi sıkıyor? Ayyy ne hissediyor bu adam yaaa oooff?!?" şeklinde triplere girip, filmi kendime zehir etmeler...
Ve çook sonra, "Eeeh yetti bea!" dediğim bir an...
Sen ağlamazsan ağlama sevgili kocam, ne yapayım, ben ağlayacağım bu sahnede, hatta bu filmim her saniyesinde! Hatta kimse ağlamasa bile ben ağlayacağım tamam mı? Göz benim, yaşı benim, burun benim, selpaklar benim yahu!!
:)
Her şey bir yana, tatlı kocam gerçekten böyle. Ama diğer yandan da gerçekten hisleniyor Çağan Irmak filmlerinde, biliyorum. Çok severek izliyor, onun da içine dokunuyor, fena oluyor. Sadece karısı kadar ağlamaklı ve titrek değil. :) 
Ama ben böyleyim. Hele de kendimi dolu hissettiğim bir dönemse ya da dolunay falan varsa ( aa siz benim dolunayda ağlamaklı kurt adam olduğumu hala bilmeyenlerden misiniz?), en abuk sabuk sabuk dizilerde bile ağlayabilirim, değil ki Çağan Irmak filmleri!

Dün, gecikmeli olarak Unutursam Fısılda'ya gittik. Hümeyra, Zeynep Farah Abdullah ve Mehmet Günsür, müzik, 70ler, 80ler, o eski günler...
Çok güzeldi.
Yalnız şöyle bir şey oldu, normalde benim bildiğim, tanıdığım Eylül'ün ağlaması gereken sahnelerde ben ağlamadım. Allah allah nooluyoruz yahu dedim. Hani tuzluğu silkelersin tuz dökülmez de biraz daha hızlı sallarsın ya, işte öyle silkeledim kendimi. Ama yok, ı-ıh, ağlama gelmedi.
Eyyyvahh dedim, benim adamı ağlatacağım diye umarken o mu beni kendine benzetti yoksa? 
"Haaayyııır, olamaaazzz! Bunu bana yapamaaaz!", derken.... Hümeyra'nın konseriyle şarıl şarıl açıldı benim musluklar!
Kocamdan saklamadım gözyaşlarımı.
Ama sol tarafımda yabancı bir kız oturuyordu, saçlarımı o yönden kapadım yüzüme bu sefer.
Ağladım, ağladım.
Çağan Irmak filmiydi sonuçta.
Seviyorum ben o adamı. Ağlatma mühendisiymiş, şuymuş, buymuş, olsun!
Demek ki bana hitap ediyor yaptıkları, yüreğime dokunabiliyor.
Kocam da çok sevdi bu filmi, gerçekten.

Ağlamadı ama olsun! :)


 


13 Kasım 2014 Perşembe

Giysi Bukalemunu Olmak




Başlığı okudunuz ve eminim ki neredeyse hepiniz "O nasıl şey öyle?" dediniz.
Ancak belki farkındasınız, belki de değilsiniz ama birçoğunuz giysi bukalemunusunuz.
Ben de öyleyim!
Peki nasıl bir şey giysi bukalemunu olmak?
Efendim, nasıl bukalemun canlısı girdiği mekana ve ortama göre renk değiştiriyorsa, biz de giydiğimiz giysiye göre 'ruh hali' değiştiriyoruz.
Yalnız yanlış anlaşılma olmasın, "Ruh halimize göre giyiniyoruz." demiyorum. Tabii ki onu da yapıyoruz ama benim bahsettiğim durum başka.
Birçoğumuz giydiğimiz giysinin ruhuna bürünüveriyoruz hemen.
Mesela ben...
Ayağımda spor ayakkabı, üstümde de eşofman, falan varsa, hemen kendimi çok hafif ve zinde hissetmeye başlarım! Sanki fazladan bilmemkaç kilom yokmuş gibi. Hatta bazen işi daha da abartıp, Amerikan filmerindeki sokak basketçileri gibi hissetmeye başlarım. Ver elime bir top, sektire sektire koşayım, efsane bir basket atayım! Güdük boyumun ve hayatımda hiç basket oynamamış olmamın ne önemi var canım!

Giydir üstüme ceketi - ki ben ceketlere bayılırımm - hemen yüzüme belli belirsiz bir ciddiyet ifadesi yerleşir. İş kadını havalarına giriveririm. (Peh!) İşte bu yüzden, yani fazla ciddiyet beni bozacağı için, ceketlerimi genelde jean ve basic tişörtlerle kombine ederim.

Bak bir de topuklu ayakkabı meselesi var, işte o beni benden alan bir konu. Daha önceki yazılarımdan bilirsiniz, sivri topuklu ayakkabı ile oldukça geç tanıştım ben. Ama tanıştıktan sonra da bir hevesler, böyle her yerde topuklu ayakkabı giyesimin gelmeleri, mağazalarda topuklu reyonlarına seğirtmeler... Anlayacağınız tam bir sonradan görme oldum. İsterse üstümde çuval olsun, ayağımda şöyle yüksek ve sivri topuklu bir ayakkabı varsa hemen modum değişiveriyor, daha havalı, daha seksi, daha kadın gibi hissediveriyorum hemen. Ha söyelemeden geçemeyeceğim, bir de tek ayağımı arkaya doğru kaldırıveresim geliyor hep. :) Sizde de var mı böyle tuhaf bir dürtü? (Ne olur var deyin!)

Ama aynı ben'e giydirin bir kaba yağmur çizmesi ve seyredip görün neye dönüşüyorum! Lap lap lap kocaman adımlar atan, yaldır yaldır yürüyen, bastığı yağmur sularını etrafa sıçratan ve hele ki bir de üstümden dökülen bol bir kaban falan giydiysem, buyrunuz size kadın mı, erkek mi belli olmayan bir acayip şehir magandası! Ay tamam bu konuyu geçelim, daha da uzatırsam korkacaksınız benden. :/

Neyse efendim...
Sonra mesela pofuduk kazaklar, hırkalar giydirin bana. Altımda yünlü bir tayt, ayağımda yumoş, kilim desenli ev botları ve yumuşacık çoraplar varsa değme keyfime! Anında - hani ingilizcede cozy denilen - sıcacık bir moda giriveriyorum. Sanki az önce o topuklu ayakkabıyla gülümseyerek tek ayağını arkaya kaldıran zilli ben değilim!
Yayılayım kanepeme - ahh hatta şömine başı olsaydı ne iyi olurdu ama yok:( - kocam ve biricik kuçularım da yanımda olsun.. Bir elimde sıcacık, mis kokulu kahvem, diğer elimde saatlerce okuyabileceğim harika bir roman. İşte tam bir kış keyfi!

Bu arada unutmadan, çantalarım değiştikçe de ruh halim değişiyor. Taktığım çanta ne kadar koyu renk olursa, ne kadar ciddi olursa, ben de o moda giriyorum. Bu nedenle kendimi rahat, neşeli ve sevimli hissetmek istediğimde mutlaka renkli, spor çantalar tercih ediyorum.

Ya da mesela böyle ifil ifil, uçuş uçuş bir elbise giyeyim, hoop hemen tatlı tatlı esen bir Bodrum evi terasındaymışım, karşımda şahane bir manzara varmış, fonda Yunan müzikleri çalarken pembe şarabımı yudumlayıp, deniz ve tuz kokusunu derin derin içime çekiyormuşum gibi oluyor. (Vallahi oluyor.)
Ya da abiye giyeyim mesela, kendimi kokoş teyze gibi hissediyorum. O nedenle modern kesimli ya da romantik, uçuşan abiyeleri tercih ediyorum.

Daha birçok örnek verebilirim bukalemunluk hallerime ama fazla da sıkmamayım sizi. Eminim sizler de okudukça "Aaa ben de böyleyiiim!" dediniz. Haksız mıyım? :)

Ama bence bu durumu dikkate almakta gerçekten fayda var.
Modasenin ruh halini etkiliyorsa, güçlü bir silah oluyor demektir ve onu en iyi şekilde, kendimizi en mutlu ve keyifli hissedecek şekilde yönlendirmek lazım gelir bence.
O gün seksi mi hissetmek istiyorsun ya da rahat ve gevşek mi? Belki de çok önemli karalar alan çook başarılı bir işkadını gibi.
Sabah kalk, geç dolabının başına ve seç modunu.
O gün ne giydiysen o ol ve öyle hisset! ;)

10 Kasım 2014 Pazartesi

Yüreğinde 10 Kasım'ı Hissedemeyenler



Bu sabah anma töreni okul saatlerime denk geldi. Son yıllarda genelde evde olduğum günlere denk geliyordu ve 9'u 5 geçe kendimi rahat rahat gözyaşlarıma bırakıyordum. Ama bugün öğrencilerle birlikte aşağıya indik, okulca Atatürk heykelimizin etrafında toplandık. 
Sirenler her zamanki gibi yüreğimi dağladı. Çok fena oluyorum siren seslerini duyunca, içim ürperiyor. Sıkışıyorum. Ardından gürül gürül gelen İstiklal Marşı ile de dayanamıyor, hep ama hep ağlıyorum. Bugün kendimi tutayım dedim, bir yandan gözlerimi kısıyorum, yaşlar dökülmesin diye, bir yandan titreyen ellerimi nereye koyacağımı şaşırıyorum. 
Böyle geçti işte bir anma töreni daha.
Bittiğinde etrafıma şöyle bir bakındım. Benim gibi gözleri dolmuş, çakmak çakmak olmuş olanlar vardı, yüzünde hüzün taşıyanlar da... Tabii ki ruh hali belli olmayanlar da.
Ama bir kısmı da vardı ki, İstiklal Marşı bittiği anda, sanki kırmızı trafik ışığı bitip de yeşil ışık yandığındaki hal ve tavırla, "Oh neyse, bitti." ifadesiyle girdiler içeri.
Onlar için 10 Kasım hiçbir şey ifade etmiyordu, belli. 
Ama yanlış anlaşılmasın, insanlar illa ki üzüntüsünü belli etmeli ya da ağlayıp kendini yerden yere atmalı demiyorum. 
Ama bazı bakışlar, neden orada olduğunu bile umursamayan tavırlar... İşte bunlar üzücü.
Zaten 10 Kasım beni hırpalayan bir gün oluyor hep, bir de insanların umursamazlığına tanık olmak daha da içimi acıtıyor.
Yazık diyorum, gerçekten yazık.

9 Kasım 2014 Pazar

Biz Bir Dal Çiçeğe Kıyamazken...


Günlerdir hepimiz - pardon, tabii ki hepimiz değil - birçoğumuz zeytin ağaçları için ağlıyoruz. Hunharca katledilen altı bin masum ağaç için. 
Onları korumak için kendini siper eden, dövülen, ambarlara kilitlenen, tartaklanan ve dededen toruna süregelen geçim kaynakları ellerinden bir anda kayıp giden köylüler için...
Ağzım açık kalarak, gönlüm yanarak, lanet ederek, ruhum sıkışarak okudum iki gündür konu ile ilgili haberleri. Ve o kadar nefret ettim ki tüm bu olup bitenden, bir kelime bile yazmak istemedim. Yazmazsam, tüm bu olanlar hiç yaşanmamış gibi olacaktı sanki. Ama tabii öyle olmuyor.
Gerçek, yazmasan da, düşünmemeye çalışsan da, bazen ellerinle gözünü kapamaya çalışsan da, bütün soğukluğuyla işte orada duruyor.
Gitti altı bin tane zeytin ağacı. 
Köklerinden sökülüp atıldı hepsi. Hiç var olmamışçasına, nesillerdir binlerce kişiye geçim kaynağı, on binlerce canlıya, böceklere, kuşlara yuva olmamışçasına, şu zalim dünyada bir kuruşluk değerleri yokmuşçasına katledildiler bir çırpıda.
Ağaçtı çünkü onlar. Sadece ağaç. Önemsiz, değersiz, rahatlıkla gözden çıkarılabilecek ot parçaları.
Paranın karşısında ne kıymetleri var değil mi? Hayatta en önemli şey para ve cep doldurmak olduğuna göre, ahlak, şeref, namus sadece bacak arası ile ölçüldüğüne göre, merhamet duygusunun ise bazılarınca çoktan son kullanma tarihi geldiğine göre, altı bin tane ot parçası yok olmuş, olmamış ne önemi var değil mi?
Yeter ki daha zengin, daha da zengin ve daha da zengin olsunlar. Merhamet, şeref, doğruluk, vicdan kimin umurunda? 

Yazıklar olsun. 
İnsanım diye gezen, yeri geldiğinde ahlak, namus deyince en baba ahkamları kesen bu adam müsveddelerine yazıklar olsun!
İnsan mısınız siz? Cidden soruyorum, insan mısınız siz?!?

Biz bir çiçeği bile koparmaya kıyamazken...
Altı bin ağacı çatır çatır katleden sizler?
Gerçekten merak ediyorum, biz insansak -ki öyleyiz- siz tam olarak nesiniz?!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...