Sayfalar

11 Eylül 2020 Cuma

İskele, Elvis ve Sihir...

Bu yazıyı yazmaya defalarca niyetlendim.

Tam zamanında, tam anında..

Ve hep vazgeçtim.

Çünkü o "an" beni hep durdurdu...

Dedi ki bana: "Hayır Eylül, sakın... Buradasın ve beni yaşa. Lütfen... Sadece beni yaşa."

Ben de öyle yaptım. 

Günlerce, akşamlarca. 

Dalgalarca, adalarca ve yıldızlarca...

.. HADİ ..

Ama bende bir huy var. 

Yazacağım. 

İlla ki yazacağım. Yaşadığımı, hissettiğimi, gördüğümü, her şeyi,her bir şeyi...

Bu nedenledir ki, hayatımın son aylarında yazıp da biriktirdiğim defterler bir kule oldu. Nefes aldığım her an, her duygum, attığım her adım satırlarla buluştu, kalemler yetmedi bana, yazdım da yazdım, yazdım da yazdım...

Ve, 

Yirmi altı gün önce Bodrum'a geldim.

Burada fark ettim ki, bu yirmi altı günde sadece yedi defter sayfası doldurmuşum. Yedi. Sadece yedi sayfacık...

Kocaman bir gülümseme yayıldı yüzüme.

Evet ben yazmayı deli gibi seviyorum, her şeyimi kağıtlara döküyorum, ama bu yedi sayfa bana şunu sordurdu: "Acaba, yaşamaya mı başlamıştım?..."

.. It's Now or Never ..

Beni tanıyanlar çok iyi bilirler ki, benim o minicik Bodrum evim çok özeldir. Özellikle de balkonum. Ben o balkonda, saksıdan bozma koltuğuma yerleştiğim anda dünya durur. Karşımda adalar, ayağımın altında deniz, fışır fışır salınan ağaç dalları ile ben, bambaşka bir boyuta geçerim. Şehir biter, koşturmaca biter, kötü olan, can sıkan her şey biter. 

Puff... 

Bambaşka bir gerçeklik başlayıverir.

Ve bu sene de, balkonumda aynı hissi yaşadım, hiç şaşırmayarak.

Sonra bir gün, biramı alıp kumsala indim. Ki bu, daha önce de çokça yaptığım bir şeydi, yine yaptım, yaşadığım keyfe yine hiç şaşırmadım.

Biramdan biraz içip, akşam üzeri denize girdim, çıkıp şöyle bir kurulandım havluyla. Saçlarımdan omuzlarıma dökülen o güzelim tuzlu sulara şükrettim yine, o kadar beklemiş ve özlemiştim ki, kaçıncıyı yaşarsam yaşayayım, tadını çıkarmalıydım.

Sonra, ben şezlongda elimde biramla, kulağımda müziğimle gevşemişken, güneş battı. El salladım ona her akşamki gibi... "Harika bir yeni güne doğ canım güneşim, seni çok seviyorum..." dedim, yine, yeniden.

Ve güneşin gidişinin ardından, kumsaldan da herkes çekildi, tek kaldım. 

Hadi dedim, iskeleye oturayım. Ayaklarımı denize sarkıtayım, orada devam edeyim birama, keyfime... Şu birayı içer, evime çıkarım.

Çıkamadım.

Çıkamadım... Orada kala kaldım.

Tahta iskelenin üstünde, sağım, solum, karşım, her bir yanım deniz, adalar, an be an pembeleşen bir acayip gökyüzü, popomun altından arada pat pat vuran kocaman dalgalar, yelkenlerini tatlı tatlı şişirmiş adaların önünden geçen tekneler, kimse yok, dalgalardan başka ses yok, parmak uçlarıma sıçrayan sudan, omuzlarıma değen, saçlarımı uçuşturan tatlı esintiden başka bir dokunuş yok, derken bir anda  kulağıma ve tüm hücrelerime Elvis'in sesi doldu...

Ve ben, ne olduğumu şaşırdım.

Nerede olduğumu, neden burada olduğumu, ne hissettiğimi, her şeyi şaşırdım. 

Bu nasıl bir şeydi, burası nasıl bir yerdi, tüm bu anlar gerçek miydi?

"It's now or never..." diyordu Elvis'im.. 

"Ya şimdi ya asla."

"Gel bana sıkıca sarıl. Öp beni sevgilim... Bu gece benim ol... Yarın çok geç olacak. Ya şimdi ya asla, aşkım beklemeyecek."

Tüm bu olağanüstü güzel cümleler kafamın içine dolmuşken, bu kadife sesli muhteşem adam bu şarkıyı bir sevgili için söylerken, o an sadece şunu düşündüm: 

"Bu 'an' çok güzel... Bu an nasıl da olağanüstü güzel. Nasıl sihirli bir an bu, ah Allahım... Neden bu kadar güzel?!"

Sevdiğim, nefret ettiğim, kızdığım, coştuğum, şu ya da bu şekilde duygusal olarak bana dokunan her şey, herkes bir yana, bu nasıl tarifsiz güzellikte bir andır böyle.... Her şey nasıl da bu kadar anlamsız ve nasıl da bu kadar anlamlı olabiliyor aynı anda? 

Nasıl olabiliyor?

İçimden bir şeyler, çok ama çok şeyler süzülüyor, akıyor gidiyor, ben eriyorum.  O 'anla' eriyorum, o anın içinde eriyorum...

Bunun alkolle ilgisi yok, şarhoş değilim, iki bira içmişim sadece, nasıl sarhoş olayım... O tahtanın üstünde, o koca dalgalar bacaklarımın altına altına vururken, pembe gökyüzü yerini hafifçe karanlığa bırakırken, "Eylül.." diyorum, "Bunu iliklerinde hisset, çünkü bunu bir daha yaşamayacaksın..."

Ve bu, hayatımın en tatlı, en keyifli yanılgısı oluyor...

.. Can't Help Falling in Love with You ..

Ertesi akşam yine kumsaldayım... Denize girip çıkıyorum, güneş batıyor, el sallayarak uğurluyorum  ve iskeleye  geçiyorum. Normalim, yine Elvis açıyorum, hayat güzel, ortam güzel, her şey normal... Özel bir durum yok.

Derken, adaların üzerindeki gök pembeleşirken, yine aynı his geliyor. Tuhaf bir his.

 Aşırı lezzetli yiyeceklere "orgazmik" diyen arkadaşlarıma niyeyse sinir olurdum bunca zamandır ama işte tam da öyle bir his bu, "işte geliyor..." hissi...

Ve başlıyor. 

Kopuyorum. 

Kulağımda Elvis tatlı tatlı şarkısını söylerken ben, yine baka kalıyorum... Denize sarkmış olan bacaklarımı hissetmiyorum, ellerimi, kollarımı hissetmiyorum, saçlarım uçuşuyor, burnumu gıdıklıyor, hissetmiyorum, sadece bakıyorum, ve içimden bir şeyler akıyor, akıyor...

Elvis yine It's now or never, demiş, ve ardından, "Can't Help Falling in Love" başlamış...

"Elimde değil, sana aşık oluyorum..."

Aşık mıyım ben? 

Bunu soruyorum kendime o an... 

Evet, aşığım. 

Hem de tüm kalbimle... Özlüyor muyum onu? Ah, hem de nasıl, nasıl, nasıl... 

Peki şu an iliklerimde hissettiğim duygu, sadece bu mu, sadece aşk mı, sadece ona mı?

Hayır, hayır...  Değil...

Bu ana aşığım ben şu anda, bu ana... 

Bu olağanüstü manzaraya, şu geçen tekne var ya hani, adaların önünden süzülerek geçen, ona aşığım ben, tam şu anda üzerimde yarattığı o özgürlük hissine, ona bakıyor olmanın güzelliğine, onun da bana, o iskeledeki yalnız kadına bakıyor olmasının güzelliğine, aşığım.... Saçlarımdan burnuma dolan tuz kokusuna, uçuşan pareoma, ayaklarımı ürperten serin suya, aşığım, tam da o anda....

Ve o anda, pembe gökyüzü, tatlı bir griye dönüyor....

.. Love Me Tender ..

Başka bir akşam, yine iskeledeyim...Yine herkes gitmiş, bir ben kalmışım... 

Anlamıyorum ki nereye gidiyorsunuz, neden gidiyorsunuz? Güneş battı diye mi gidiyorsunuz? Yemek yemeye mi gidiyorsunuz? Halbuki en güzel anlar şimdi başlıyor, tam da şimdi başlıyor, ah bir anlasanız... Neden gidiyordunuz?!

Ayaklarım aşağıda, Elvis başlıyor yine, it's now or never, tekneler geçiyor, gök pespembe, Elvis devam ediyor, Can't Help Falling in Love with You... Dalgalar daha bir coştu, ayaklarımı yalıyor, ürperiyorum, iskele sallanıyor, acaba kocaman bir dalga gelir de beni içine alır mı diyorum, bir an korkuyorum, sonra yine karşıya, adalara bakıyorum, "Amaan alırsa alsın, ne olur ki" diyorum....

Elvis, Love Me Tender diyor... Beni nazikçe sev... 

Hava kararmaya başlamış...

Canım hayat, diyorum, bak ben seni çok sevdim, seviyorum, hep de seveceğim biliyorsun..

Lütfen sen de beni sevmeye devam et. Biliyorum arada anlaşamadığımız oluyor, bana dersler vermeye çalışıyorsun, ben de az cadı değilim, tamam, hepsi de kabulüm ama bak nasıl da bir masal yaşatıyorsun bana şu anda... Çok deriden minnettarım sana... Doğan ne güzel, denizin, bulutların ne güzel... Hayal gibi ama şu an bana yaşattığın bu gerçek ne güzel, ne büyülü, onları çok seviyorum, canım hayatım, seni çok seviyorum, ben her şeyle savaşırım, savaşacağım, yeter ki bu sihiri bana bırak ve bana iyi davranmaya çalış.... Beni nazikçe sev ne olur....

Sen, beni nazikçe sev...


Ve o minik yıldız geliyor...


.. Are You Lonesome Tonight? ..

Akşamlarca indim iskeleye.

İki, hadi bilemedin üç biramı içtim, o muhteşem sihre bulandım, içinde olduğum anın güzelliğine inanamayarak orada kaldım, kaldım, kaldım.. Bu anları yazmalıyım dedim her defasında, bunu yazmayacağım da neyi yazacağım Allah aşkına?

Ve hiç yazamadım. Sadece anı yaşadım, sonra pılımı pırtımı toplayıp yukarı çıktım, duşumu alıp, yemeğimi yiyip, kitabımı okuyup, uyudum gitti...

Ta ki bu akşama kadar.

Bu akşam - ve bugün - denize girmedim.

Evde, derslerimle ilgili raporlarımı yazdım, duş aldım, havlum üstümde, buz gibi bir bira açtım, güzel bir müzik koydum, kendi kendime keyif yapmaya başladım... 

Biraz, uçuşan perdeler altında yatağa serilip hayallere dalma, biraz kendi kendi kendime dans, biraz gevşeme...  Sonra baktım canım güneşim adaların üstünden batmak üzere... Hadi Eylül dedim, koş! Koş koş koş!

Üstüme bir pareo sarınıp, bir birayı soğutucu çantaya, diğerini hasır çantaya atıp, telefonu, defteri, kalemi toparlayıp, hooop aşağıya!

Daha sahile inip  ayaklarımın kuma değdiği anda, battı güneşim, adanın üzerinden kayboluverdi, sarsakça elimi sallayabildim anca... 

"Hoşçakal, harika bir yeni güne doğ..."


Bu sefer tuz değil, şampuan kokan saçlarımla oturdum iskeleye... Ne fark eder, ha tuz, ha şampuan, sonuçta o saçlar yine alayına isyan ederek uçuşmayacak mıydı... Uçuştu...

Ve tabii ki, Elvis geldi, Are You Lonesome Tonight, kulağımda...

Hava kararmaya yüz tutarken, ilk yıldız belirdi... 

Kocaman, pembe-gri göğün ilk minik yıldızı... İlk hep o geliverir zaten, narin, cılız, ama ilk.... "Hoşgeldin sevgilim..." dedim, her akşamki gibi. O da eminim cevap vermiştir bana kendince, ama tabii ki ben yine anlayamadım...

Sonra daha irice, ikincisi geldi., azıcık tepeme.. "Hoşheldin dostum.." dedim ona da. Göz kırpar gibi yaptı o da.


Elvis, "Are you lonesome tonight?" diyordu..

"Bu gece yalnız mısın?"

Hava tamamen karardı, altımdaki dalgalar iyice  haşinleşti sanki, iskele daha bir sert vuruyor altımdan, adalar görünmez oldu... Aynı hazzı, en ama en içimde yaşıyorum, yine...

Ve Elvis hala soruyor bana: 

- Bu gece yalnız mısın? 

- Canım Elvis, diyorum, evet, bak tek başımayım şu anda... Ama sence, gerçekten yalnız mıyım?      

.

.

.

Kafamı kaldırıyorum, adalar yok olmuş. 

Gökyüzü kapkara, pek sevgili cılız yıldızıma eşlikçi onlarca yıldız belirmiş...  Dalgalar daha da haşin vuruyor altımdan.

Kalkıyorum, eve doğru, merdivenleri çıkıyorum...

Bu sefer saçlarımı gece rüzgarı uçuşturuyor.

Ben, geceleri de çok seviyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...