Sayfalar

14 Ağustos 2020 Cuma

BALKONDA...







Masa hatta sandalye altlarına gizlenip saatlerce oyunlar oynayabilen, çimenin, çiçeğin içinde tepişe tepişe büyüyen, ağaç tepelerinden inmeyen, teknolojiden tamamen uzak, bulduğu her kuytuyu kendi fantastik diyarına çevirebilen bir neslin çocuğu olmaktan mıdır bilmem, küçük-büyük her ortamı kendi özel dünyama çevirmeyi çok seviyorum.
Diğer yandan tam bir açık hava delisiyim. Kendimi bildim bileli, gittiğim her mekanda, mevsim ne olursa olsun mümkünse ortamın dış kısmında oturmayı, havanın kokusunu içime çekmeyi,rüzgarı hissetmeyi, geçen bulutları seyretmeyi çok seviyorum.

İşte bu nedenledir ki, şehrin göbeğindeki evimin minik balkonu, aylardır tüm dünyam oldu.

.. NE OLUYORUZ? HAYIRDIR? ..

Mart ayında dört günlüğüne Bodrum'a gittim. Çünkü, 'o günler' benim için oldukça can sıkıcı bir durumun yıldönümüydü, kesinlikle İstanbul'da kalmak istemedim ve tabiri caizse, Bodrum'a kaçtım. Dört günlük kaçamak ne kadar iyi gelebilirse o kadar iyi geldi ve 'Birkaç aya görüşmek üzere' diyerek evimin kapısını kapayıp çıktığım gün, korona vaka 01 ilan edildi ve kendimi İstanbul'da buldum.

Şaşırdım mı? Hayır. Geleceği belliydi. Korktum mu? Bilemiyorum. Çünkü evet geleceği vardı ama göreceklerimizden haberdar değildik henüz.

İstanbul'a dönüşümü takip eden birkaç gün, hepimizin televizyonlara, sosyal medyaya yapıştığı, vaka 3 olmuş, 5 olmuş diye şaşkınlık içinde bakakaldığımız bir acayip zaman dilimi oldu.
Derken, bir anda okullar kapatıldı. Hocası olduğum üniversitenin rektörlüğünden mail kutuma düşen ve "Örgün eğitim sona ermiştir..." yazan o mail, o cümle, tam anlamıyla 'tüylerimi diken diken eden' şey oldu. 

"Örgün eğitim sona ermiştir..."

Eyvah. Durum çok ciddi galiba. Gerçekten çok ciddi.

Ve işte o acayip süreç, kaos, endişe ve her türlü duygu ve bunlara tezat sakinlik hali, benim için o mailden sonra başladı.

.. HEPİMİZ GURUYUZ, HEPİMİZ ERMİŞ ..

Aylar süren karantina sürecinde cidden delirenler oldu. Tersine, vaktini her zamankinden daha verimli geçirip, hayatın anlamını keşfedenler de...Diğer yandan sanırım çoğumuzun ortak düşüncesi şuydu: 
"Ah sağlık... Ah özgülük.. Sen ne kadar önemliymişsin..."  
Ve yine ortak duygu durumu ise sanırım dehşet içinde bir şaşkınlık ve kafalardaki soru:
"Bu nasıl oldu yahu? Biz bunu gerçekten yaşıyor muyuz?"

İşte benim pek çok kişiye nazaran bir nebze yumuşak atlatabildiğim de buydu. Çünkü hayatımın son bir buçuk senesinde hiçbir şey öğrenmediysem de kafama kazınan tek bir  şey vardı: 
"Hayatta her şey olabilir. Her şey. Bir anda her şey senin elinde olmadan iyi / kötü yönde ama inanılmaz radikal şekilde değişebilir. Tuttuğunu sandığın o ipler var ya, aslında onların çoğu senin elinde bile değil. Senin olduğunu sandığın pek çok şey aslında hiçbir zaman öyle olmamış. O yüzden, rahat ol."

İşte bu yüzdendir ki, o karantinalar, yasaklar geldiğinde, gündelik, sosyal ve hatta işsel hayat düzenimiz bizim irademiz dışında pat diye değişiverdiğinde, ben, buna bir şekilde HAZIRLIKLIYDIM.

.. GERÇEKTEN NEREDEYİM? ..

Bu demek değil ki pek çok şeyi aşmışım. (Bunu yazarken bile güldüm şu anda.) Hatta belki yanına bile yaklaşamıyordum o aşmışlık durumunun. Ama bu yeni düzeni kabullenişim daha kolay oldu diyeyim. Sonrasında okulum, öğrencilerim, tüm işim bir nevi evime taşındı. Herkese olduğu gibi. Ve ben bunların dışında kalan tüm hayatımı ise, balkonuma taşıdım..

Defterlerimi, kitaplarımı, bitkilerimi, çayımı, kahvemi, şarabımı, boyalarımı, mumlarımı, battaniyemi ve tüm bu fiziksel şeylerle birlikte, aklımı, fikrimi, kalbimi, her şeyimi.

Dışarı çıkamıyordum, dostlarımı göremiyordum, denize çarşı ince belliden bir çay içemiyordum, vapura binemiyor, canım çarşıya inemiyor, kitapçıları gezemiyor, 'birkaç aya görüşürüz' diye vedalaştığım Bodrum'uma gidemiyor, ayaklarımı kumlara gömemiyor, buz gibi sahil biraları içemiyor, yürüyüşe bile çıkamıyor ama tüm bunları deliler gibi özlüyordum.
Ve şunu dedim kendime, "Sen onlara gidemiyorsan, onlar sana gelsin."

.. BULUT DELİSİ ACEMİ BOTANİKÇİ ..

İşte o noktadan sonra balkonum, özlediğim her şeyi yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığım bir 'yeni dünya' haline geldi. Evet karşımda koca koca beton binalar vardı. Ama kulağımda dönüp duran müzikler sayesinde onları denizmiş, adalarmış gibi hissedebildim zaman zaman. Domatesimin üstüne eşlik eden yaş fesleğen ve mis gibi zeytinyağı, gözlerimi kapadığımda pek tabii beni Ege'de bahçeye kurulmuş bir kahvaltı sofrasına götürebiliyordu. 

Sokağa çıkma yasağı günlerindeki sessizlik ve o sessizliğin içinde tepemde dönüp duran güzelim kuşlar ve onların ötüşleri sayesinde, İstanbul'un en işlek semtimde bile kendimi köyde, kasabada gibi hissedebiliyordum. Üstelik hava da temizdi, mis gibi kokuyordu. Ve bulutlar, seyretmeye asla doyamayacağım o güzel bulutlar beni hem sakinleştiriyor, hem de onlara dalmak aslında nerede olduğumu unutturuyordu.

Ve, ömrü boyunca hiçbir çiçeği, bitkiyi yaşatmayı becerememiş ve bu duruma hep çok üzülen ben, küçük çapta bir bahçeye çevirdim balkonumu. 

Sebze fideleri aldım büyüttüm, dallardan o naneleri, kekikleri, biberleri her koparışımda yine kendimi bir yaz bahçesinde gibi hissettim..  Kaktüs ve sukulentler aldım, onların büyümesini, minik yavrular vermesini keyifle seyrettim. Pek çok kişi bana arka taraflarıyla gülerken, kimliği belirsiz hiçbir yabani otu söküp atmadım, ya olduğu yerde bıraktım, ya başka yere diktim. Sonra, herkesçe gereksiz görülen o otlar da büyüyüp çiçek açtığında, o çiçeklere bakıp, mutluluktan ağlayan da yine ben oldum.

Bir yasemin aldım. Hayatta en sevdiğim çiçek. Ve ben haftalarca onun güzelim kokusu ile, saç baş karışık, yalınayak, dalga sesleriyle uyanılan miskin Bodrum sabahlarına, akşamüstü tatlı kumsal uyuklamalarına, tenimdeki deniz tuzunun keyfine, buz gibi rakılı sofralara, buram buram yasemin kokan o tutkulu, yıldızlı, sıcak, insanın içine işleyen yaz gecelerine akıverdim. O koku ile bir şekilde İstanbul'da Ege'me kavuştum.

.. YAZA YAZA...  ..

Ve deliler gibi yazdım. Sürekli. O kadar ki, elinden normalde kitap düşmeyen biri olarak, okuma hızım çok yavaşladı. Yazdım da yazdım. Ve şunu dediğimi hatırlıyorum: 
"Ne makarnası, pirinci yahu. Benim kalem stoklamam lazım, kalem!"

Kaç defter bitirdiğimi sayamıyorum bile. Etrafımda hayat durmuşken ve sonra tekrar hafiften hareketlenmeye başlamışken ve daha da sonra yeni normal gelmişken bile, kendi yarattığım yeşilliğin içinde, tepemden bulutlar geçerken, mis gibi açık havayı içime çekerken, arada saçlarım rüzgarla uçuşup gözüme girerken, kulağımda her daim müzik,  ben sadece yazdım.

Hikayeler değil, kurgular değil, sadece içimden gelen her şeyi, özellikle hayatımın son bir buçuk senesini, içinde bulunduğum o günü, tüm karmaşalarımı, korkularımı, umutlarımı, duygularımı, tezatlarımı, dikenlerimi, çiçeklerimi, özlemlerimi, aklarımı, karalarımı döktüm de döktüm o defterlere. 

Rahatladım mı bu yolla? Evet.
Daha da mı doldum bu yolla? Yine evet.

.. NORMAL DERKEN? ..

Kendiyle baş başa kalabilen, kendi dünyasını yaratabilen, asla sıkılmayan bir insan oluşumla hep gurur duymuştum bu zamana kadar. Ve bu, beni çokça kurtardı da pandemi sürecinde. Ama diğer yandan ben, sevdikleriyle vakit geçirmeyi, dostlarıyla yüz yüze uzun uzun sohbet edebilmeyi seven, ama en önemlisi bundan beslenen bir insanmışım. 'Mışım' diyorum, çünkü evet bunu zaten biliyordum ama bunun yokluğunun aslında beni nasıl darlayacağını tam da bilmiyormuşum açıkçası.

Yeni normal başladığında ve millet hurraa sokaklara dökülüp sosyalleşmeye başladığında dahi, ben, ailem ve özlediğim tüm dostlarım "Hayır" dedik. "Biz hem kendimiz, hem başkaları adına, bu riske giremeyiz." Ve yeni dönemi reddedip, mümkün olduğunca karantinamıza devam ettik.

Ama... Herkes içerideyken içeride olmak kolay. Herkes dışarıdayken? Bir yanın diyor ki:

"Sizi gidi sorumsuzlar! Sizi gidi benciller! Siz ipinizi koparmış gibi ortalıklara saçılıp birbirinizi yalamaya başlayasınız diye mi çektik onca sıkıntıyı?! Sizin yüzünüzden gelecek kim bilir kaç dalga daha!"

Bir yanın da sadece şunu fısıldıyor, içten içe: 

"Özlüyorum..."

Biricik balkonumdayım evet ama büyüyen bitkilerimin, mis kokan çiçeklerimin oluşturduğu o güzel ortamı ailem ve dostlarımla paylaşmak istiyorum. "Hoşgeldiniiiiiz!" diyerek kapımı açabileyim, şu tahta masanın etrafına dizilip belki sabaha kadar eften püften konuşup, gerekli gereksiz kahkahalar atıp, şarkılar söyleyelim istiyorum. Kızlarla arada mutfağa kaçıp, güncel hallerimiz üstüne, sanki atomu parçalarcasına ciddiyetle ahkamlar keselim istiyorum. "Eylül amaaan sen de!" desinler bana ve bunu derken de sarılsınlar istiyorum. Buz gibi roze kadehimi, çınn diye başka kadehlere değdirmek istiyorum.

Ve bunları yapamamak, normal değil. Yapmak ise tehlikeli. Hadi bakalım, buyur buradan yak.

Zaten hayatım bir dönüm noktasında, kafam karmakarışık, duygularım allak bullak. Unutmam ve yeniden hatırlamam gerekenler, bitirmem ve başlamam gerekenler var, seçmem gereken yeni yollar, vermem gereken gerçekten büyük kararlar var. Belki de hayatımda hiç olmadığı kadar, bir şeyleri yoluna koymam gerekliliği var. 

Peki ben ne yapıyorum?

Yazıyorum, yazıyorum, biraz çalışıyorum, müzik dinliyorum, hayaller kuruyorum, içiyorum, yine yazıyorum, biraz daha çalışıyorum, bitkilerimi büyütüyorum, balkonda...

Planlar yapıyorum, kararlar veriyorum, çoğunu unutuyorum ya da başlayamıyorum, yenilerini yapıyor ve yine sallıyorum, balkonda...

Mutlu oluyorum, üzülüyorum, korkuyorum, coşuyorum, balkonda...

Bazen dağılıp, bazen toparlanıyorum. Ki bu hepimiz için normal, en azından bu süreçte.

Ama, bir gün geliyor, bir şey oluyor ve "Aman Allahım bu nasıl olabildi??" diyorum. "Nasıl?!" 
İşte o zaman paramparça oluyorum.

İşte o an anlıyorum ki, 
"Bu normal değil. Hiç değil."

Evet, bitkiler henüz benimle konuşmaya başlamadı (çok şükür) ama ben aynaya baktığımda "Neler oluyor Eylül? Bu ne hal?" demeye başladım, ve belki de en büyük şükür, buna.

Ve şimdi, son aylarımı her türlü duygu haliyle geçirdiğim balkonuma hem fiziken, hem manen uzunca bir süre için veda etmek üzereyken şunu diyorum: 

"Sen bu değilsin. Sen bundan çok daha güzelisin, hep öyle oldun, onu yeniden hatırla, bul, çıkart, tozunu al, hayatının baş köşesine yerleştir ve onu çok sev. 
Ve YAŞA. Sorumsuzca ve tedbirsizce değil ama çık dışarı ve yaşa. 
Becerebildiğince normale dön, mutlu ol, sev, sevil, sarıl, dans et, dalgalarla seviş, rüzgarlarla coş... Her zaman dokunamasan bile, gerçek insanların gerçek gözlerinin içine bak... Bu fanustan çık artık ve gerçekten gülümsemeye başla."

Biliyorum ki her şey bir süreç. İyi kötü başına gelen, iyi kötü yaptığın, sana yapılan her şeyin bir anlamı, hayat içinde bir yeri var. Yıllar önce şunu yazmıştım Instagram'da:

"Olanları, dert kefesine mi koymayı seçeceksin, ders kefesine mi?"

Bugün, pek çok şeyi unutmak, bitirmek ve  çok daha güzellerini yazmak için yola çıkmak üzereyken, ne olursa olsun, sadece teşekkür edebiliyorum.

Hayata. Tüm sıkıntı ve acılara. Minik ya da kocaman tüm mutluluklara. Doğrularıma ve yanlışlarıma. Sevdiğim, sevmediğim, aşık olduğum, dost olduğum, düşman olduğum, herkese. Her şeye.

Bana gerçekten iyi gelenlerin hepsini yanımda götürüyor, diğerlerini ardımda bırakıyorum.

Ve, kim bilir ne zaman, bu balkona geri döndüğümde her şey çok daha başka ama en önemlisi çok daha gerçek olacak, biliyorum.

Hayata, kendime ve en çok da zamana,
tüm kalbimle inanıyorum.
.
.
.
.
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...