Sayfalar

12 Temmuz 2020 Pazar

TATİL DOSYASI - SEYAHATLERDE NEDEN EV TUTUYORUM?



Yaşadığı yere çok bağlı olup, 'yuva' hissiyatını ta kalbinde hisseden ama diğer yandan pek çok yeri, mekanı da yuvası gibi benimseyebilen kaç kişi vardır? Bir ofis odasını mesela? Hatta bir çalışma masasını, bir ağaç altını ya da kıytırık bir otel odasını bile?
Sanırım ben o kişilerden biriyim. Yeter ki o yerde bir süre vakit geçirmem gereksin ve kendimi iyi hissediyor olayım. Bağlanırım ve benimmiş gibi hissederim. Geçici bir süreliğine olduğunun gayet idrakında ama işte o süre içinde, benim.

İşte bu yüzdendir çalıştığım şirketlerde özgürce ruhumu katabileceğim en kuytuda olan masaları, odaları tercih edişim, 200 kişilik teknoloji şirketinde, müdür pozisyonundayken bile masamı kendime dair, beni anlatan ne var ne yoksa onunla dolduruşum, günlerce yattığım hastanenin odasından çıkarken gözlerim dolarak vedalaşışım, camlarından kar soğuğu sızan dandik motel odasını terk ederken bile hüzünlenişim....

Tabii ki benim için de en kıymetli ve döndüğümde en ohh dediğim yer, daimi olarak yaşadığım evim ama, klişe bir deyişle, içinde yaşanmışlığı olan her yer de benim minik, geçici yuvalarım oluveriyor işte. Bir nevi aidiyet duygusu.

Ve konu seyahatler, özellikle yurtdışı gezileri olunca o 'aidiyet' hissi bambaşka bir hal alıyor. 
Ben, o ülkenin, şehrin yerlisi gibi hissetmeyi seviyor ve istiyorum.
Zaten kendimi bildim bileli elinde listeyle koşuşturan bir turist olmadım. Tabii ki benim de mutlaka görmek istediğim yerler, aktiviteler ve bunlara dair yaptığım sayfalarca araştırmalar ve aldığım notlar oluyor. Ama sadece 'bu planın' peşinde seyahatini başlatıp bitiren bir insan değilim. Turistik ve mutlaka görülmeli denilen yerlerin değil, o şehrin gerçek ruhunun peşinde koşturmayı seviyorum. Gerçek sokaklarının, gerçek insanının ve o insanın gerçek yaşantısının... 

İtalya'da bir İtalyan, Fransa'da bir Fransız, Yunanistan'da bir Yunan gibi olmak, yaşamak. Olabildiğim, yaşayabildiğim kadar..

Ve bunu, ta iliklerine kadar hissedip deneyimleyebilmenin en güzel yolu da, o ülkede bir ev tutmak.
Hatta mümkünse turistik bölgeden uzak bir mahallede, o şehrin mimarisini yansıtan, insanlarıyla çepeçevre sarılabildiğin bir bölgede.

Ve işte ben de bunu yapıyorum.

Daha kendi ülkemde, internet üzerinden kiraladığım anda başlıyor bağım. Fotoğraflarına baka baka, ay benim güzel evim deyişlerim, aileme, dostlarıma evimin fotolarını bir heves gösterişlerim...

Ve o ülkeye ayak bastığımda, havaalanından ayrılıp da gidiyor olduğum yer, evim oluyor. Yorgun, çoğunlukla uykusuz ama çokça heyecanlı, yuvama gidiyor oluyorum. Kısa da kalacak olsam o şehirde, acelem yok, telaşım yok: "Güzelce bir duş alayım, sonra hoop hemen market, akşam evde bir güzel dinlenirim... Belki mahallede bir tur atarım en fazla.." diyorum...

Vardığımda beni ev sahibim karşılıyor çoğunlukla. Bazen sadece el sıkışıyor, bazen de sarılıp kucaklaşıyoruz, kırk yıllık dost gibi. Ve ben güzel evimin- nihayet- her bir yerini canlı canlı keşfederken, ev sahibim bana elinde bir liste ya da harita, turistik bölgeleri anlatmaya koyulmuş oluyor genellikle. Gülüyorum tatlı tatlı ve diyorum ki, "Çok teşekkürler... Peki siz nerelere gidiyorsunuz, bana ondan bahsedin lütfen!" Ve işte tam da bundan sonra alıyorum 'asıl listeyi'.

Ve ev sahibim gidiyor, ben evimle baş başa kalıyorum. 
Çoğunlukla minik, sevimli ama mutlaka balkonlu ya da şanslıysam bahçeli evimle.
İstediğim bütçeye ev bulmaya çalışıp kaşı gözü yararken annem diyordu bana bazen: "Aman kızım, niye illa balkon diye tutturuyorsun?"
Çünkü seviyorum, çünkü mahalleyi, sokağı seyredebiliyorum, çünkü açık havada vakit geçirmeye tutkunum, yaz ya da kış, fark etmeksizin.

Bir de şunu soruyorlar bana çokça: "Zaten vaktinin çoğu dışarıda, o şehrin sokaklarını gezerek geçmiyor mu? Niye illa ev tutma çabasındasın?"

Çünkü, o şehrin sokaklarını gezmeye çıkmadan önce, şahane kahvaltı sofraları kuruyorum kendime evimde, balkonumda. O şehrin sevimli marketinden, manavından, o şehrin güzel insanlarıyla merhabalaşıp sohbet ederek, kasiyer kızla şakalaşarak aldığım, o şehre özgü kahvaltılıklarla....

Ben o kahvaltıyı ederken o mahallenin insanları, çalışanları otobüslere, metroya koşturuyor, kahvemi içerken onları seyrediyorum. Vedalaşırken, erkekler, kadınları bellerinden kavrayıp öpüyor, birbirlerine gülümsüyorlar, misal, kruvasanımdan koca bir lokmayı ısırırken ve onlara bakarken, ben de kocaman gülümsüyorum, kendi özlemlerime dalıyorum.

Komşum çıkıveriyor mesela tam o anda kendi balkonuna ve çamaşırlarını asmadan önce bana tatlı tatlı günaydın diyor, İngilizce, bense ona onun diliyle cevap veriyorum. 
Nasıl mutlu oluyor...!

Sonra masamı topluyorum... Ya da, aman şimdi dursun, akşam gelince kaldırırım demenin tatlı pervasızlığını yaşıyorum.

Dışarıda, yine muhtemelen lokal mahallelerde ve sokaklarda geçirdiğim uzun ve yorucu günün ardındansa, merdivenlerinde ya da asansöründe komşumla karşılaşıp merhabalaştıktan, yaşlıysa belki torbalarını taşımasına yardım ettikten sonra, anahtarımla açıp adım attığım yer, lüks ya da şık ama ruhsuz bir otel odası değil, evim oluyor.

Sabah demlediğim kahvenin kokusu kalmış oluyor bazen, çıkarken yıkamaya üşendiğim yumurta tavası ocağın üsütünde, kahve bardağım hala masada...

Çoğunlukla sahibinin ruhunu yansıtan, içinde minik sevimli objeler, detaylar olan, sevimli banyoya atıyorum kendimi hemen, duş alıyorum, sonra kocaman yumuşacık ev havlusuna sarınıp, güzel bir müzik koyuyorum, bir kadeh de şarap, giyiniyorum... 

Kendimi dinç hissediyorsam güzel bir akşam yemeği sofrası kuruyorum, eğer yorgunsam ya önceden kalanları ısıtıyorum ya da lezzetli bir sandviç hazırlayıp, balkonuma kuruluyorum. Ayaklarımı diğer sandalyeye uzatarak...

Civar evlerden mis gibi kokular geliyor bazen, komşularım akşam yemeği hazırlama telaşında belli ki... Bazen onların çatal bıçak sesleri ve sofralarının sevimli kahkahaları da doluyor benim soframa...

Yarın ne yapsam acaba diyorum bazen. Evde kalsam mı? Kaç kişi seyahatte "Yarın otel odasında kalsam mı?" der ki. Ama o soru çok hoşuma gidiyor benim, çünkü dedim ya, ne acelem var ne de listem. 
"En iyisi evde kalayım. Akşama kadar balkonda kitap okurum, sonra mahallenin sevimli kafesinde birkaç bira içer, evime dönüp uyurum."

Bunu düşünmek o kadar güzel ki. Bu benim için o kadar büyük bir lüks ki.

İşte o an tüm kaslarım gevşiyor.

Şarabımdan bir yudum alıp, şöyle bir etrafıma bakıyorum. Mahalleme, komşularımın balkonuna, askıdaki çamaşırlarına, aşağıda bakkalını kapatan amcaya, işlerinden dönenlere, gecelere akmaya çıkanlara, köpeğini gezdirenlere, gelip geçen otobüslere...

Evimdeyim.

Sabah kahvaltıda ne hazırlasam dediğim, aa domatesim bitmiş, yarın ilk iş çıkıp alayım diye düşündüğüm, aman çiçekleri sulamayı da unutmayayım derdine düştüğüm, evimde... 

Birkaç gün sonra kapısını kilitleyip çıkacağım ana kadar her bir noktasıyla benim olan, sevimli yuvamda.

Şimdi geri dönüp baktığımda, ne çok tatlı anı biriktirmiş olduğumu görüyorum o evlerde.

Ve tüm kalbimle şükrediyorum buna.

...............................................................................................................
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...