Sayfalar

13 Temmuz 2014 Pazar

.. Ye Be Evladım, Doyur Karnını ..






































Yıllar boyu ona sarıldım, vedalaştım. 
O hep ağlardı ayrılırken. Ve bizim yüreğimiz burgu burgu olurdu o ağladıkça.
Yıllar boyu aynı apartmanın merdivenlerinden indim, şöyle son bir kez kafamı uzatıp ona bakarak, kocaman kocaman gülümseyerek.
Araba hep aynı şekilde, aynı yerden hareket etti, o hep aynı şekilde, aynı yerden bize el salladı.
Mutfak balkonunun penceresinden.
Biz arabadan, o oradan, İstanbul'a giden anayola girmek için dönene kadar, birbirimizin görüş açısından çıkana kadar el salladık hep birbirimize, yıllarca.
Ve ben özellikle son yedi, sekiz yıldır hep "Acaba bu son mu? Allahım ne olur son olmasın." diye düşündüm. O köşeyi dönüp de o benim gözümden yittikten sonra istisnasız hep bu korkuyu duydum ama hep aynı umutla dua ettim.
"Biliyorum o artık çok yaşlı. Biliyorum çok uzun yıllar yok önünde. Ama lütfen bu son olmasın. Ne olur onu bir daha görebileyim!"



Sevgili Tanrı'm defalarca duydu sesimi, yıllarca kabul etti kalbimden tüm iyi niyetimle, tüm masum duygularımla fışkıran bu dileği.
Defalarca 'son olmadı', defalarca kavuştum ona.
Daha da yaşlıydı, daha da farklıydı ama hayattaydı.
Belki son yıllarda el açması muhteşem baklavasından yapamadı ama dünyadaki tüm baklavalardan daha tatlı sarıldı bize, kendine has tonlamasıyla ve a harfini kısa tutarak "Canım evladım" dedi hep.
Tıka basa doymamızı isterdi.
"Ye be evladım, doyur karnını." diye ısrar eder ama onun tabağına azıcık fazladan yemek koyunca da, "Uuuu, naptın be evladım, çok o, yiyemem ben." derdi güzelim Trakya şivesiyle.
Hep tatlıydı, hep masumdu, hep sıcacıktı.
Karışmaz, kızmaz, onaylamasa da asla yargılamazdı.
Sadece kocaman kocaman sever, bağrına basar ve arkamızdan ağlardı.
Daha sağlıksız, daha zayıf, çok daha unutkandı.
Ama vardı.

Sonra bitti.
Karanlık.
Gerçekten karanlık.
O geceye dair en net hatırladığım şey bu.
Önce, "Fenalaştı, gelin." haberi.
Paldır küldür çıkılan bir yolculuk. Arabada dört kişi; iki evlat, iki torun. Korku, telaş ve endişe.
Ona yetişmeye çalışıyoruz. 
Yollar çok karanlık ya da bana öyle geliyor.
Altımızdan akıp giden asfaltın tangırtılı sesi hala kulağımda. Uğursuz, sevimsiz bir seyir çünkü yolun nereye, neye çıkacağı hiç belli değil.
Sonra amcamın telefonu çalıyor.
Doktor.
Hop ediyor içim, nefesimi tutuyorum.

Ve bitiş. 
"Başımız sağ olsun."
Ona yetişemiyoruz.
Donuyorum. Ne ne ağlama, ne gözyaşı. Tuttuğum nefes de içimde katılıp kalıyor.
Hepimiz aynıyız.
Ölüm sessizliği böyle bir şeymiş.
Sonrası, onun yokluğu. 
Ölüm tuhaf bir şey. İki dakika önce var, senin yaşadığın hayatın içinde o da var, o da nefes alıyor, sonra bir anda, yok. 
Gitmiş.

O gecenin devamında ne kadar boş, içim çekilmiş hissettiğimi hatılıyorum. Biri gelmiş de içimdeki 'tepki vermeden sorumlu" olan şeyleri çekip götürmüş. Arkalarından bakakalmışım.

Aklımda kalanlar, hastane ve doktorun anlattıkları.
Bir esnaf lokantasının sokağa konulmuş masalarında içilen çorba.
Geceyarısı kaldığımız odanın balkonundaki kocaman kuş. 
Bir de sabaha kadar bacaklarımı ısıra ısıra kevgire çeviren sivrisinekler.






































Sonra ertesi gün yaman bir koşturmaca, boğucu, leş gibi bir sıcak. Yürekleri dağlana dağlana milyon tane iş halleden iki acılı adam: Babam ve amcam.
Sonra tüm ailenin toplanması ve cenaze.
Şu an bunu yazarken bile bu kelimeye inanamıyorum, o an hiç inanamamıştım:
Babaannemin cenazesi.
Benim babaaanemin cenazesi.
Çünkü benim babaaanem ölmüş.
Ölmüş.
Korktuğum şey olmuş. 
Yıllarca kabul olan dileklerimin bir sonu varmış meğer gerçekten.
Haklarım bitmiş ve son dileğim gerçekleşemeden puff demiş sönmüş.
Ve o gitmiş.

O sıcakta püfür püfür esen, sapsarı otların tatlı tatlı dalgalandığı, yabani çiçekler içindeki köy mezarlığında, yıllardır "Beni çağırıyor." dediği dedeciğimin yanına uzanmış ve her bir kepçe toprakla bizden biraz daha kopup, ona yaklaşmış.
Canım babaannem sonunda sevdiğine kavuşmuş.

Biz ondan bedenen ayrılalı ve onlar ruhen kavuşalı tam bir yıl oluyor.
Bir yıl boyunca hiç uzun uzun, doya doya, şöyle kendimi paralaya paralaya ağlayamadım.
Arabada doktordan gelen o lanet telefonla tuttuğum nefesi hiç dışarı veremedim, koca bir yıl boyunca içimde tuttum sanki. Neden bilmiyorum ama onunla hiç vedalaşamadım.
Gökyüzüne salmam gereken bir ip var sanki elimde ama onu hala sımsıkı tutuyorum, bırakamıyorum bir türlü. Bırakamıyorum ki gitsin, özgürleşsin...
Her duygusunu, üzüntüsünü, sevincini, acısını kağıda döken ben, onun için hiçbir şey yazamadım. Kendi kendime bile.
İçimde bir kısım var hala, "Babaannem öldü." diyemiyor.  İşte salmam gereken o ipi de, içimdeki o kısım tutuyor sanırım.
Bugün ilk defa yazıyorum böyle uzun uzun. Hiç böyle bir planım yoktu. Kendi kendime onu anarım diyordum.
Ama şimdi gerçekten anlıyor ve idrak ediyorum ki; anmak değil, vedalaşmak benim ihtiyacım olan.
O ipi serbest bırakmak.
Evet o öldü, yok artık belki ama vedalaşınca kaybolmuyor ki anılar, hoşçakal desen de kalıyor işte sevgi.

Hoşçakal babaaaneciğim.
Giden sen olsan da, hoşça kal hep.
Etrafında yabani çiçekler biterken, o saman kokulu rüzgarların altında, dedeme sarıl ve hoşça uyu.
Seni, sizi çok seviyorum.

(Fotoğraflar: Oklalı Köyü / Lüleburgaz. Babaannem ve dedem çok yakında uyuyorlar.)

2 yorum:

  1. Eylülcüm, kelimelerin içime birer birer saplandı.O melek insan benim de çok sevdiğim bir kişiydi, biliyorsundur.Her zaman anıyor, üzülüyorum.Tesellimiz sevgili eşine ve huzura kavuşması. Tanrım siz gençlere uzun ömürler versin ve ruhu sizinle şadolsun...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canım hepimizin uzun, mutlu, anlamlı ömürleri olsun inşallah...

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...