Sayfalar

24 Ağustos 2014 Pazar

Gümüşlük'ün En Güzel Hediyesi


Kendimi bildim bileli Bodrum'da en sevdiğim yer Gümüşlük'tür. Her adımımı atışımda beni kokusuyla, sesleriyle, manzarasıyla, dingin atmosferiyle ve sahip olduğu her güzelliğiyle saran, içine alan bir belde Gümüşlük. Ama ben bu yazımda size bu güzel beldeyi tanıtmayacağım.
Bu yazıda ben size bir tanışma hikayesi anlatacağım.
Gümüşlük'te başlayan bir dostluk bağının hikayesi.



Yıllardan 2010. Son on yıldır olduğu gibi, o yıl da Gümüşlük Sanat Evi'nde sergimiz vardı. Her yıl büyük bir keyifle sergimizi kurar, sonra yan kahveden çaylarımızı söyler, karşı bakkaldan da elmalı çöreklerimizi alır, bir hafta boyunca açık olan sergimizin keyifli sürecine bırakırdık kendimizi. Yılın en sevdiğim zamanlarındandı.
Yine sergimizi kurduk. Bu sefer acıkmıştık ve annemi galeride bırakıp, Gökhan'la hemen yakındaki restorana bir şeyler atıştırmaya gittik. Karnımızı doyurduk, ardından çaylar geldi. O zamanlar sigara da içiyordum, tellendirdim bir tane, keyfime diyecek yoktu.
Derken, restoranın sahibi amcayla konuşurken beni resmen kalbimden vuran, yüreğimi sert kayalara çarpan bir haber aldım.
Baharda bazı Allah'ın cezası reziller tarafından o civarda köpekler zehirlenmiş. Bunu duymanın acısı yetmiyormuş gibi bir de aralarında esnafa ait olan -yıllardır bakmaktan bile inanılmaz keyif aldığım- iki adet minik, kepçe kulaklı siyah kuçunun da olduğunu öğrendim. Sevmelere doyamadığım yavrucaklar ölmüşler.
Kendimi galeriye nasıl attığımı bilemedim. Kuytuda bir duvar köşesine sinip başladım hüngür hüngür ağlamaya... Günlerce atamadım üstümden bunun etkisini. Her ne kadar güzel anlar yaşadıysak da, bu olayın etkisiyle puslu geçti o sergi dönemi benim için. Bunları neden yazıyorsun derseniz, sebebi var. Azıcık sabır.
Günler geçti, serginin son akşamı geldi. Galerinin arka verandasında takılıp, keyif yapıyorduk. Derken içeri bir köpek girdi. Kıvırcık tüylü, salaş bir terrier. Boynunda kırmızı bir tasma.
Herhalde kahveye gelen müşterilerden birinin kuçusudur diye düşündüm.
O sırada annem "Eylül bu köpek aç galiba, yediklerimize özeniyor." dedi içeriden. Bende de köpek maması yoktu, kedi yaş maması varmış üstümde, ondan verdim, yedi.
Sonra başladı oralarda takılmaya. Gökhan fotoğrafını çekmek istedi, flaş ışığına havladı, kızdı, coştu. Bize de eğlence çıktı. Bir yandan seviyorduk, bir yandan ışıkla oynatıyorduk.
Sonra, sergiyi toplamamıza kısa bir süre kala, galeriyi gezen bir hanımın anneme söyledği şey kulağıma çalındı.
"Yazık, çok bakımsız. Bence atmışlar bunu, sahipsiz bu, belli..."
İrkildim o an. Tatil beldelerine terk edilen köpeklerin dramını en iyi bilenlerden olmama rağmen, onun terk edilmiş olabileceğini hiç düşünmemiştim. Gümüşlük'te gerek ziyaretçilerin, gerekse esnafın köpekleri var çünkü öyle etrafta gezinen.
Ama kadın haklı olabilirdi çünkü bu köpeği önceden hiç görmemiştim. Ve gerçekten pasaklı ve partaldı.
İçime bir kurt düştü.  O andan itibaren gözüm bu çocuğa kilitlendi. 
Baharda zehirlenen köpekleri düşündüm o an. Öldüklerine hala inanamadığım kepçe kulaklı kara anne-oğul kuçuları düşündüm.
"Ya bu garibin sonu da onlar gibi olursa?" diye düşündüm.
Yüreğim sıkıştı.
Dört yıldır ailemden ayrı, Gökhan'la yaşıyordum ama ne kedim, ne köpeğim vardı. Çılgınca hayvan sevdiğimi bilen arkadaşlarım hayretler içinde kalıyorlardı, "Sen nasıl oluyor da hala köpek sahiplenmedin?" diye.
"Bir canlının sorumluluğunu en iyi şekilde alacak duruma gelebilmeliyim, maddi, manevi hazır olmalıyım ki ona iyi bir hayat verebileyim. Ona iyi bakamazsam kahrolurum." derdim ben de hep.
Ve işte o günler, bir canın sorumluluğunu artık alabilecek duruma geldiğim günlerdi.
Bu nedenle bir başka baktım ona. "Acaba?" dedim.
"Acaba onu evlat edinsek mi?"

Kafamdan böyle bir düşüncenin geçtiğini anlayan ve o anda buna hazır olmayan Gökhan şaşkındı, ben ise o garibana bir şekilde bağlanmıştım ama o gece onu orada bırakıp gitmek zorunda kalacağım için çok buruktum. Onu öylece alamazdık. Hem bu büyük sorumluluk için Gökhan'la konuşup karar vermemiz gerekirdi,  hem de belki de hayvan zaten sahipliydi, kimbilir! 
O ise tüm bu düşüncelerden habersiz, ona verdiğimiz kemiği duvar diplerine, boş kolilerin içine saklamaya çalışıyordu. "Yesene çocuğum." diyordum, koliden çıkarıp önüne koyuyordum, bu sefer alıp başka bir yere, kendince (!) daha derine saklıyordu.
Sonunda tüm eşyaları, tabloları topladık, arabaya yükledik. Karşı bakkala uğrayıp, "Bu köpeği biraz izleyin, sahibi falan var mıdır, kayıp mıdır, birileri arıyor mudur... Birkaç gün sonra tekrar haberleşelim.." dedik. Artık galerinin ışıklarını söndürme ve çıkıp kapısını kilitleme zamanıydı. Ama o içerideydi ve çıkmaya hiç de niyetli görünmüyordu. Kendince korunaklı, sıcak bir bölge bulmuştu sanırım geceyi geçirmek için.
Ama mecburen, zorla dışarı çıkardım. Kemiğini de ağzına tutuşturdum. Şöyle bir baktı bana ve "Peki öyle olsun, demek yine sokakta yatacağım." der gibi döndü gitti.
Ya da bana öyle geldi.
Yıllardır her Gümüşlük sergisi bitirişimizde, annemle tablolarımızı ve ürünlerimizi arabımıza doldurur, keyifli ve başarılı geçmiş bir süreci bitirmenin hüznü ama daha da çok coşkusuyla, müziğimizi de açar, neşeyle dönüş yoluna koyulurduk.
Yine doldurduk arabamızı, yine müziğimizi açıp, yola koyulduk. Ama bu sefer diğer her yıldan farklı olarak, bir baktım, gözlerimden yaşlar süzülüyor.
O kıvrım kıvrım Gümüşlük yollarından bu sefer coşkuyla değil, sızıyla, ağlaya ağlaya geçiyorum.
O, orada kaldığı için. 
Ben gittiğim ve o geride kaldığı için.
Hayatım boyunca sayısız köpek besledim sokakta. Sayısız köpeğin, yemeğini yedikten sonra "Daha kalaydın iyiydi be abla, keşke hiç gitmesen..." bakışına maruz kaldım, içim yana yana. Her hayvansever bilir bu iç burgusunu. Arkamızdan bakan bir sokak köpeğinin gözleri dağlar içimizi.

Ama bu seferki daha da başkaydı.
Ben o gece o köpeğe bağlandım. Belki de korktum, paniğe kapıldım kimbilir... Onun da sonu zehirlenme olursa diye...
Onu bırakıp gitmek yüreğimi yaktı.

Birkaç gün geçti. Ben Gökhan'ı zorla ikna ettim. Zaten "Artık yavaş yavaş hazırız bir can evlat edinmeye..." demeye başlamıştım ama o yine de o sorumluluğa tam hazır değildi. "Sana kalsa hiç hazır olmayacaksın, ben istiyorum o çocuğu!" dedim ve karar verilmiş oldu.
Çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı da yanımıza alıp, bir gece Gümüşlük'e, 'onu almaya' gittik.
O sırada galeride başka tanıdıklarımızın sergisi vardı. Köpeği tarif ettik, "Aa evet buralarda dolanıyordu. Ama bir kadın sahiplendi onu." dediler.
Şok oldum. Ne hissedeceğimi bilemedim. Onun için sevineyim mi, kendim için üzüleyim mi şaşırdım.
Baktım Gökhan'da bir rahatlama... Ona da kızayım mı, ne diyeyim bilemedim. Boynum bükük kaldım öyle o akşam. Ne yapalım, mecburen döndük evimize.
Bu akşamdan da birkaç gün sonra, 23 Ağustos gecesi, galerideki tanıdığımız beni aradı.
"Eylül o köpek yine buralarda geziniyor. Geri bırakmışlar." dedi.
"Hay Allah'ın cezaları!" dedim içimden, "Tamam abla, ben yarın ilk iş geliyorum oraya." dedim dışımdan.
Ve konuştuğum şeyi tahmin eden, tek kaşı havada beni dinleyen Gökhan'a döndüm:
"Yarın gidip alıyoruz o köpeği Gökhan. O artık bizim kaderimiz." dedim.

Ertesi gün, durumu artık kabullenmiş olan Gökhan ile, hayvancağızın ilk gece çektiğimiz bir iki fotoğrafını elimize alıp, bütün esnafa sorma başladık, "Bu köpeği gördünüz mü?"
Balık restoranları, el sanatları standları, bakkallar... Hepsine sorduk, hiçbiri görmemişti.
Tam umutsuzluğa kapılacaktık ki, izini Club Gümüşlük'te bulduk. 
Meğer oralara dadanır, Reks diye çağrılırmış. Ama sahipsiz bir garibanmış. Hani ortalıkta gezinen, biri bir şey verirse yiyen cinsten.
Yukarıdaki bir siteden bir aile ara sıra ilgileniyormuş ama sahiplenemiyorlarmış, zaten şehre döneceklermiş, keşke bir sahip çıkan olsa diye bakınıyorlarmış.
Bizim köpeği aradığımızı duyan bir kişi, bu aileye ulaştı ve saat beşte Club Gümüşlük'te buluşmak üzere sözleşildi.

Beşe kadar saat nasıl geçti hatırlamıyorum. Hele bardaki o son dakikalar... Bir yandan naneli limonatamı içiyordum, bir yandan da her  gelene, "Acaba onlar mı?" diye bakıyordum. Saat beş oldu, biraz geçti, heyecandan bayılacak gibiydim.
Ve sonunda kumsaldan doğru bir kadın, bir adam, ellerinde bir terrierle bize doğru yürümeye başladılar.
"O mu, o mu?  O galiba! Geliyor geliyor!" diye yerimde duramayışım görmeye değerdi.
Ve geldiler.
Bir süre konuştuk. Sonra o'nu bize teslim edip gittiler.
Ona, 'benim evladım' olarak ilk kez baktım... İlk kez dokundum...
Tasmasını taktık, yanımıza katıp otoparka götürdük. Azıcık mama yedirip arabaya bindirdik. Kuzu gibi bindi yavrum. Turgutreis'e giden yol boyunca beş saniyede bir arkama dönüp dönüp ona baktım.
"O bizim oğlumuz mu şimdi? Gerçekten evlat edindik mi onu?"

O gece şaşkındık. Biraz tedirgin, bolca "Bakalım nasıl olacak?" hallerinde ama mutlu.
Gökhan'a "İsmini sen koy." dedim.
O koysun ki, bağlanması daha kolay olsun.
Biraz düşündü, o mu olsa bu mu olsa diye.
Sonra, "Buldum!" dedi. "Mısır olsun." 
"Tamam!" dedim. Harika bir isimdi. "Mısır olsun, peki!"

Dört kocaman yıl geçti adını Mısır koyalı, onu ailemize katalı.
Koskoca dört yıl.
Ve dört yıl içinde her şeyimiz oldu o bizim. İlk günlerde çekimser olan Gökhan, "Allah ona benim ömrümden versin." diyor uzun zamandır. Onu "Oğlummmm... Canımmm..." diye bir sevişi var ki, gözlerim doluyor bazen onlara bakınca...
Ben, onsuz bir hayatı hayal bile edemiyorum. O kadar kocaman, o kadar kıymetli bir yer kaplıyor ki yaşamımızda, gönlümüzde, sergimize girdiği o geceye şükrediyorum hep. 
Onunla hayatımız çok matrak, çok tatlı, çok başka. Hatta "Mısır ile Hayat" adlı başka bir yazıda tüm bu ayrıntılara girmeyi düşünüyorum.
Ama bugün onun doğum günü. Hangi gün doğduğunu bilmesek de, bizim için doğum günü bugün.
Dört yıldır hayatımızda olan ve uzuuuuuuun bir ömürle daha nice nice yıllar yanımızda olmasını dilediğimiz pofuduk oğlumuza buradan, "İyi ki doğmuşsun!" diyorum.
"İyi ki doğmuşsun kuzum. İyi ki dönmüş, dolaşmış bizi bulmuşsun. İyi ki sana yuvamızı açma şansını elde edebilmişiz ve iyi ki senin gibi muhteşem bir varlığı tanıyacak kadar şanslı olmuşuz. Tanrı'm sana uzun ömürler versin. Tanrı'm sana benim ömrümden de versin. Sen çok yaşa, hep bizimle ol, hep böyle mutlu ol. Çok isteyip de yiyemediğin cipsler, çıldırğın ve azıcık da olsa yiyebildiğin karpuzlar ve olmadık yerlere gömmeye devam ettiğin tüm kemikler adına! Seni kıvır kıvır, tatlı mı tatlı tüylerinden de çok, sonsuzluk kadar çok seviyoruz! Mutlu yaşlar sana biricik oğluşumuz, Mısır'ımız!"

(Aşağıdakiler, Mısır'ın birkaç gün önce çekilmiş bir fotosu ve sergiye girdiği 'o ilk gece' çekilen gariban fotolarından biri.)












4 yorum:

  1. Eylül'üm nasıl okudum bir solukta bu sonu çok mutlu biten hikayeyi. Zehirlenenlere canım yandı çok:( nasıl yaparlar, nasıl kıyarlar, yahu nasıl aklım almıyor benim nasıl böyle cani olabiliyorlar? Dilerim Allah da onları zehirlesin, sürüm sürüm sürünsünler...ölmek için yalvarsınlar geberemesinler...

    Mısır'ın bir alttaki fotosuna, bir de üsttekine bakıyorum altta nasıl üzgün, nasıl kederli ah canım Allah seni onun karşısına iyi ki çıkartmış, bir an okurken almayıp gidecek sonra da bulmayacak mı dedim valla korkudan öldüm:( ama sonu mutlu bitti ya çok sevindim çok Allah ikinizden de razı olsun, iyilikleriniz size hep geri dönsün, Mısır'a siz anne, babasıyla birlikte uzun, sağlıklı mutlu yıllar diliyorum:) amin

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel dilekleriniz için çok teşekkürler Müjde Abla'cım. :) Onu bulduğumuz güne şükrediyoruz. İnşallah uzuuuuun bir ömrü olsun oğlumun bizimle, tek dileğim bu. Sevgilerr.:)

      Sil
  2. Ah güzel Mısır'ın fotoğraflarını Instagram'dan bayıla bayıla takip ediyordum ama hikayenizi okuyanca doldu gözlerim mutluluktan ♥ Güzel Mısır adına, ona yepyeni musmutlu bir hayat verdiğiniz için size teşekkür etmekten başka ne gelir ki elimizden :)

    Nice mutlu, sağlıklı, uzun mu uzun yıllar geçirin beraber ♥

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canım çok teşekkür ederim güzel dileklerin için. :) Biz pati anne-babaları birbirimizin halinden iyi anlıyoruz di mi? Ben de sizin kuzucukların hikayelerini okurken çok mutlu olmuştum. Onlar iyi ki varlar, iyi ki hayatımızdalar. :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...