Lise ikinci sınıfta, evimin çok yakınında bulunan, müdürünün ise babamın çok yakın arkadaşı olduğu bir devlet okulunda okumaya başladım.
Benim gibi pek çok Ataköy sakini kişinin yanı sıra, oldukça fazla sayıda civar semtlerden gelen çocukların da okuduğu, değişik, son derece kozmopolit, ilginç bir okuldu. Ve bu okulun harika bir yanı da vardı; "kredili sistem" denen şey tıkır tıkır işliyordu, seçmeli derslerin her birini 'gerçekten' kendi irademizle seçebiliyorduk, boş saatlerimiz gerçekten boştu, okuldan çıkıp canımız ne isterse yapabiliyorduk.
İşte böyle boş günlerden birinde, koştur koştur okula dönüp "zorunlu" derslerimden birinin sınıfına, ilk olarak adımımı atıyorum: Lise 2, Din dersi.
Sınıf tıklım tıklım, en az kırk - elli kişi. Bir popoluk boşluk bulup oturuyorum, kimseleri tanımıyorum. Hoca giriyor, ders başlıyor, adam bir şeyler anlatıyor. Gürültü falan yok ama herkes kendi aleminde, kimsenin hocayı dinlediği yok. Ben de sırtımı duvara yaslamış, elimdeki deftere bir şeyler çiziyorum... Sonra 'başka şeyler' kulağımı tırmalamaya başlıyor. Bir şeyler duydum sanki, ama doğru mu duydum?
Kulak kesiliyorum. Çünkü hoca bir tuhaf konuşuyor gibi geliyor bana. Azıcık daha kulak kabartıyorum. İçimden şu geçiyor o anda:
"Şeriat mı övüyor bu adam ya?"
Etrafıma bakınıyorum, kimsenin oralı olduğu yok. Yanlış duydum herhalde.
Yine de rahat edemiyorum, elimdeki çizimi bırakıp hocaya gözlerimi dikiyorum ve pür dikkat dinlemeye başlıyorum.
Evet. Yanlış duymamışım. Adam düpedüz şeriat övüyor ve alttan alta Atatürk'e giydiriyor.
Şok oluyorum. Etrafımı kolaçan ediyorum tekrar, kimse duymuyor mu? Huuu, arkadaşlar! Bakın adam neler diyor yahu!
Hemen elimi kaldırıyorum. Sınıfında söz isteyen birine alışkın olmadığı belli olan hoca, "Eh peki sor bakalım.." ifadesiyle bakıyor bana. Ne sorduğumu inanın hatırlamıyorum, sadece sınıftan birkaç kişinin "Aaa biri konuşuyor..." şaşkınlığıyla şöyle bir kafayı kaldırıp bana bakıp uyumaya devam ettiklerini hatırlıyorum. Bir de sorduğum şey üzerine hocanın bundan hiç hoşlanmadığını, bana müstehzi güldüğünü ve cevabı geçiştirmeye çalıştığını...
Ve o gün, o anda, başlıyoruz.
O sınıfa bir sonraki girişimden önce yine de şunu düşünüyorum: "Eylül, yanılmış olabilirsin. Hemen kabarma, adamı iyice bir dinle, dikkatle dinle..."
Dikkatle dinliyorum ve görüyorum ki, hiçbir şekilde yanılmamışım. Maalesef. Adamın söylemleri akıl alacak gibi değil. Nasıl olabilir bu? Gencecik çocuklara karşı, Atatürk portresinin altında üstelik...
O derste defalarca kalkıyor elim. Her defasında "Hah, pabuç dilli yine konuşacak" der gibi bakıyor adam bana, ama mecbur, söz veriyor tabii...
Adamın monologları, diyaloga dönüyor, hiç hoşuna gitmese de.
Ben okuldaki "yeni kızım". İsmim son derece akılda kalıcı olmasına rağmen kimse beni Eylül olarak bilmiyor, tanımıyormuş ama henüz. Ve bazı kişilerin beni şu şekilde bellediğini duyuyorum.:):
"Din dersindeki kız."
Bir süre, biz hoca ile böyle atışıverirken, bir gün, bir derste, bir şey oluyor: Benden başka biri daha parmak kaldırıyor. Ve hocayı sıkıştırıyor. Sonra biri daha. Biri daha.
Haftalar içinde, o uyuyan miskin sınıf bir nebze uyanıyor ve benden başkalarının da söz isteyip fikrini belirttiği 'normal' bir sınıf haline geliyor. Hocanın sesi bir nebze kısılsa da kesilmiyor.
Ve, o ilk parmak kaldıranlardan bir kısmıyla ben arkadaş oluyorum. Ve başlıyoruz düşünmeye:
"Biz bu adamı ne yapacağız?"
Onlar lise üç, mezun olacaklar. Ben lise ikiyim, ama dönem sonunda benim de din dersiyle işim bitecek, adamı bir daha görmeyeceğim. Yine de içimize sinmiyor; çünkü, ya bizden sonrakiler? Onlar ne olacak? Bu adam tam bir beyin yıkayıcı!!
Ara tatile kısa zaman kala kafa kafaya verip düşünmeye başlıyoruz, çünkü dert oldu bu durum bize, mutlaka bir şey yapmalıyız. Sonuçta okkalı bir isimsiz mektup yazıyoruz, okul müdürüne. Evet müdür babamın arkadaşı ve evet kapısına gidip şikayet etmem çok kolay olurdu ama hiç etkili olmazdı. "Tamam canım kızım" der sallardı muhtemelen, sonra da o beni babama şikayet ederdi! Almayayım kalsın.
Kalemime sağlık, mektubu çok güzel döktürüyorum. Metinde hocayı ve söylemlerini şikayet ediyoruz düzgün ve açıklayıcı bir üslupla, çok rahatsız olduğumuzu da belirtiyoruz ama her şeyden önce üstüne basa basa şunu vurguluyoruz: "Biz mezun olup gideceğiz, kendimizi düşünmüyoruz, tek derdimiz bizden sonrakiler."
İnceden de aba altından sopa göstermeye çalışıyoruz kendimizce: "Bu hoca için gerekeni yapmazsanız, biz her türlü dernek ve yetkililerle bağlantıya geçerek gerekenin yapılması için elimizden geleni ardımıza koymayacağız." Ki bu kuru bir tehdit de değil, gereken yapılmazsa nerelere müracaat edeceğimizi de düşünmüşüz hep. (Ah doksanlar, durumlar o zamanlar çok başkaydı tabii..)
Kısa süre sonra ara tatil başlıyor.
Okul tekrar açıldığında ise bir değişik hava hissediyoruz etrafta. İnsanlar fısıldaşıyor gibi sanki. Muzur muzur. Gibi?... Ya da bize öyle geliyor, bilemiyorum, önemi de yok.
"Ne oluyor?" diye soruyoruz, "Hayırdır?"
Diyorlar ki: "Din hocası gönderilmiş. Şikayet etmiş 'birileri'..."
"Ya öyle mi?" diyoruz. Bakışıyoruz. "Hayırlısı olsun."
(Bir süre sonra hocanın İstanbul'un en iyi Anadolu lisesine gönderildiğini öğreniyoruz ve küçük bir şaşkınlık yaşıyoruz. Sonra ben o okulda okuyan yakınımı arayıp durumu bildiriyorum ve bana diyor ki: "Eylül hiç endişelenme. Burada o şekilde söylemlere girmeye cesaret dahi edemez." Gerçekten de öyle oluyor. Çok rahatlıyoruz.)
Sonradan, bunun muhtemelen tek bir mektupla olmadığını, ama bu mektubun bardağı taşıran son damla olmuş olabileceğini düşünmüşümdür. Evet o sınıf başta oldukça pasifti ama hocanın söylemlerine maruz kalan tek sınıf da değildi kuşkusuz. Ve bunlar öyle sıkıntılı söylemlerdi ki, başkaları tarafından da zamanında şikayet edilmiş olması çok olasıydı. Biz, belki minik bir damla olduk ama sonuca etkimiz büyüktü, önemli olan da bu idi.
.. DÜNDEN BUGÜNE..
Ve bugün ben bir eğitimciyim.
Yüzlerce öğrencim oldu. Kalanlar, geçenler, oraya buraya gelenler, şurada burada işe başlayanlar, başlayamayanlar... Görece başarılı olanlar, görece başarısız olanlar... Ah o göreceler...
Nerede çalışacakları, kaç para maaş alacakları, hangi ünvanları oralarına buralarına yapıştıracakları ise hiç umurumda olmadı. Umursadığım tek şey şu idi:
"Gerektiğinde, büyük ya da küçük; 'o damla' olabilecekler miydi?"
Benim dersimde dahi. Bana karşı dahi.
Bana "Hayır hocam, o öyle değil, böyle!" diyebilecekler miydi?
"Dersinizde sıkılıyoruz, keşke şöyle olsa, daha mutlu olurduk..." diyebilecekler miydi?
"Yanlışsınız hocam, doğrusu bu olmalı.." diye parmak kaldırabilecekler miydi?
Ben böyle öğrenciler istedim hep. Ve böyle öğrenciler yetiştirmek için elimden geleni yapmaya çalışıyorum hala. Kurusıkı asilik ya da saygısızlık olmadığı sürece; soran, merak eden, kurcalayan, ama ama? diyebilen öğrenciler.
Bana bir şeyler sorduklarında cevabı bilmiyorsam; "Bilmiyorum, hadi beraber öğrenelim!" diyebildiğim, beni geliştiren, büyüten gençler istiyorum.
Ben; Ölü Ozanlar Derneği ile büyümüş, onunla ağlamış, coşmuş, evrilmiş, onu tüm hücrelerine kadar içine çekmiş bir insanım yahu! Benden daha ne beklenir ki?
Mükemmel değilim, asla da olmayacağım. Çünkü mükemmel insan diye bir şey yok. Ama olduğum, olabildiğim kadarını sonuna kadar, gücüm yettiği kadar onlarla paylaşmaktır amacım; onlardan da tek beklentim dürüst, azimli, merhametli, medeni, çalışkan ve çalışkan oldukları kadar hayatın tadını da çıkarabilen ve o hayatın içindeki her varlığa saygılı temiz bireyler olmalarıdır.
Onlardan istediğim; ellerinden geleni yapmalarıdır, her konuda. Olabildiği kadar.
Haklarını savunmalarıdır, ne pahasına olursa olsun.
Düşmekten asla ama asla korkmamaları; çünkü düşüşten sonraki doğrulmanın en kıymetlisi olduğunu her zaman bilmeleridir.
Ve susmamalarıdır.
Hani vardır ya bir şeyler, içine sinmez, doğru değil bu dediğin, içini gıdıklayan... İşte o durumlara düştüklerinde ya da tanık olduklarında, SUSMAMALARIDIR.
Eğer bunları biraz da olsa aşılayabilirsem ben çocuklarıma, işte o zaman iyi bir eğitimci olabilirim ancak, tüm ünvanlardan bağımsız olarak... Başka türlü, sadece bilgi aktarıcı olurum ki bunun da zerre değeri yok benim için...
Onlar için de olmasın.
Benim güzel çocuklarım,
Hep mutlu, hep dürüst, hep merhametli ve hep coşkulu olun.
Ve asla ama asla aşağıya bakmayın. Kafanız, yüreğiniz hep dik olsun.
Yüzünüz, ruhunuz hep ileriye dönük olsun.
Sonrası her şekilde çözülür, hallolur, inanın.