Sayfalar

31 Ocak 2014 Cuma

Gelin Bakayım Yamacıma















Herkese merhaba!
Bugün cuma, bu yazı nereden çıktı diyebilirsiniz. Eh ben size demiştim cumartesiler dışında da yazabilirim diye. Cumartesi yazım ayrıca gelecek, gününde.
Ama şimdi başka bir konuda ses vereyim istedim.

8 Şubat'ta blogumun doğum günü olacak ve ne tesadüftür ki cumartesiye denk gelecek ve tabii ki bununla ilgili bir yazı da yazacağım. Ama ondan önce, artık blogumla daha farklı ve daha ciddi şekilde ilgilenmeye başlayacağımı bildirmek isterim.:)
Daha ciddi şekilde ilgilenmek -en azından şimdilik- daha fazla yazı yazmak anlamına gelmeyebilir ama blogumu daha fazla okuyucu ile buluşturmak istiyorum artık ve bu konuda da adımlar atacağım. (Ve hatta atmaya başladım.)

3 yıldır blog yazmama rağmen Gökkuşağı Dosyası'nın tanıtımını neredeyse hiç yapmadım. Blog dünyasından ve diğer bloggerlardan son derece kopuk bir blog yazarı olarak yazdım durdum. Bunun nedenlerine 8 şubat yazımda değineceğim. (Amma ciddi yazdım ha, sanki varoluşun sırrını açıklayacakmışım gibi! :)
Neyse.
Bu "tanıtmama" olayından dolayı yazılarımı çoğunlukla tanıdıklarım okudu, sağ olsunlar beğenip motive ettiler beni hep.
Tabii ki tanımadığım yabancı okurlarım da var ve işte artık onların sayısını arttırmak istiyorum.

Hal böyle olunca, yıllardır diğer blogların neredeyse hepsinde gördüğüm ama kendi bloguma bu zamana kadar eklemediğim "İZLEYİCİLER" gadget'ını ekledim. 
Yani yazılarımı beğenenler artık blogun sağ sütunundaki bu İzleyiciler kısmından beni takibe alabilirler. 
Hatta gerçekten beğeniyorsanız alın derim.:) 
Çünkü halihazırda sadece iki takipçim var! 
Rezillik.

Biri çok can arkadaşım. Diğeri yeni keşfettiğim bu cici blogun sahibi.

Bu böyle "iki" olarak kalmaya devam ederse bunalıma girerim bak size söyleyeyim. Sonra uyarmadı demeyin. 
Ve feci bunalım yazılar yazarım. (Hmm.. Sonra olanı da kaçırırım...  Olan da bana olur.. Çok kanırtmayayım en iyisi.)
Neyse.
Durum budur.

Artık aktif bir blog yazarı olacağım efendim.:) 
3 yılın sonunda nihayet dank etti.
Bu konuda neden motive olduğumu soracak olursanız... Hepsinin cevabı 8 Şubat Doğum Günü yazısında gelecek.

Bu yazı teaser olsun istedim.

İsterseniz, beğenirseniz, beni izleyin.
Hoş, kılavuzu karga olanın burnu b.ktan kurtulmazmış ama olsun.
Eğleniriz beraber.

Yarın yeni yazı ile görüşmek üzere!



Foto kaynak, burası.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Aaron Jasinski


Merhabalar!
Bu hafta Tatlı Pazartesi'ye illüstratör Aaron Jasinski'yi konuk ediyorum. Çalışmalarını sizlerin de beğeneceğinizi düşünüyorum. Sanatçının daha fazla eserine ve detaylı bilgisine ulaşmak isterseniz sitesi,  burada.
Hepinize yaratıcı, keyifli, bol renkli bir hafta dilerim!



25 Ocak 2014 Cumartesi

Gelecekten Haberler: Cep Telefonları Ellere Yapıştı!!



























Gittiğim her yerde, adım başı akıllı telefon bağımlısı aklıevvellerle karşılaşıyorum.
Hani şu gittiği tuvaletten bile check-in yapanlar, cebiyle yatıp cebiyle kalkanlar, karşıdan karşıya geçerken bile gözünü ekrandan ayırmayanlar, telefonundan 5 dakika ayrı kalsa titreme krizine girenler var ya, işte bugün lafım onlara!
Bir gün o telefon gerçekten ellerine yapışacak, bakın görün! Sonra demedi demeyin.
Ve bakın o günler geldiğinde gazetelerde neler yazacak!
Buyrun hepberaber okuyalım:

Yıl 2020.. Ve akıllı cep telefonları gerçekten aklıevvellerin ellerine yapıştı!

FLASH FLASH FLASH! Uyuryazarlar ortalığı karıştırıyor! 
Gençler arasında, son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilecek yeni bir hastalık gelişti: Uyuryazarlık! 
Uyurgezerliğin yeni çağa adapte olmuş hali olan bu hastalığa yakalanan gençler, cep telefonları ellerine yapışık olduğu için, uyku halindeyken de farkında olmadan telefonlarını kullanabiliyorlar! 
Eski yıllarda, sadece alkol aldıklarında eski sevgiliye ya da platonik sevgiliye "gereksiz" mesajlar atan gençler, artık uyku halindeyken de tanıdıkları ya da tanımadıkları olmadık kişilere, olmadık mesajlar göndermeye başladılar! Bazen aşk cümlelerinden, bazen de küfürlerden oluşan bu ayarsız mesajlar yüzünden insanlar birbirine girmeye başladı, birçok karı-kocanın arası açıldı, dostlar düşman oldu.
Uzmanlar, uyuryazarlığın genetik olabileceğine dikkatleri çekerken, uyurgezer anne - babaların bu konuda daha dikkatli olmaları gerektiği konusunda halkı uyardılar. Bu hastalığın bir tedavisinin olmadığını ama uyurken çocuklarının telefonlu ellerine bebek eldiveni geçirmelerinin vakalarda azalma gösterebileceğini kaydettiler.

Daha sağlam telefonlar yolda!
Son aylarda bıçkın mahalle delikanlılarının sosyal medyada, akıllı telefonların dayanıksız olduğuyla ilgili yakınmaları nihayet meyvesini verdi! 
Günde en az bir kavgaya karışmadan rahatlayamayan bu delikanlılar, attıkları ilk yumrukta ellerine yapışık olan telefonlarının dağıldığından şikayet ediyorlardı. İlk başta bunu önemsemeyen cep telefonu üreticileri, geçen hafta delikanlıların "cep telefonu kullanmayı bırakırız" tehdidini - bu kişilerin sayısının çokluğundan dolayı  - göz ardı edemedi ve daha sağlam, üç - beş yumrukta dağılmayan cep telefonu kasaları üretmeye başladılar. Buna çok sevinen bıçkınlar, haberi birbirlerine sille tokat girişerek kutladılar!

Karı - koca davalarında şok gelişme!
Bundan sekiz ay evvel, cep telefonları ellerine yapışık olduğundan ev işlerini fena halde savsaklayan karılarına topluca boşanma davası açan 382 kocanın davalarında süpriz bir gelişme yaşandı. Son celsede kadınların savunmasında en çok ilgiyi şu cümle çekti:
"Biz bu herifleri elleri ekmek tutuyor diye aldık! Ama artık ellerinin cep telefonundan başka bir b.k tuttuğu yok! Biz de onlardan şikayetçiyiz!.."
Bunu dikkate alan hakim, kocaların akıllı telefon kullanmaya başladıktan sonra iş gücünde ve gelirlerinde bir düşüş olup olmadığını incelemek üzere davayı erteledi. 
Cepleri ellerine yapışık olduğu için güvenlikten geçemeyip, adliyeye giremeyen davalı ve davacılar haberi adliye bahçesinde öğrendiler.

Deodorant satışlarında patlama! Şampuan firmaları tek tek batıyor! Turistler zorlanıyor!
Ellerindeki telefonlardan dolayı duşa girip yıkanamayan gençler yüzünden şampuan firmaları batma noktasına geldi!.. Kollarını iki yandan havaya kaldırıp annelerine deodorant sıktırtarak idare etmeye çalışan gençler sayesinde deodorant firmalarının satışı ise zirve yaptı.
Ancak bu deodorantların da yeterli gelmemesi yüzünden ve genç nüfusun da çokluğundan, ne yazık ki şehrin kokusu her geçen gün daha da ağırlaşıyor.
Şehirde yaşayanlar buna alışmış olsa da, yabancı turistlerin bu kokudan çok rahatsız olduğu, uçaktan inen turistlere gümrükte burun tıkaçı dağıtılmaya başlanacağı açıklandı.

Salak solak birbirine girdi!
Akıllı telefonların ellere yapışması en çok ortaokul ve lise öğretmenlerini zorluyor! O güne kadar sağ elleriyle yazı yazmaya alışmış olan öğrenciler, akıllı telefonların sağ tarafı işgal etmesi yüzünden sol elle yazmayı öğrenmeye çalışıyorlar ve çok zorlanıyorlar. Solak olanlar da sağ elleriyle yazmaya çalışıyor ama başaramıyorlar.
Bu nafile çabalar ders akışını yavaşlatıp, müfredatı etkilediği gibi, sınıf öğretmenlerini de çıldırtma noktasına getirdi.
Ortamın karışması ve eğitimin aksaması sonucu, Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, doğuştan solak olan öğrencilerin sağlaklara, sağlakların da solaklara yardım etmesi zorunlu kılındı. Net bir açıklama yapılmasa da, yardım edenlerin sene sonunda çeyrek altınla ödüllendirileceği, etmeyenlerden ise ceza olarak yarım altın toplanacağı söyleniyor.

Edebi metinlerde ve şiirlerde değişiklik önerisi! Yazarlar ayağa kalktı!
Okullarda yapılan araştırmalarda, gençler arasında "el" kelimesinin yerini "cep telefonu" kelimesi aldığı için, ortaokul ve lise öğrencilerinin edebiyat dersinde okuma yaparken, içinde "el" kelimesi geçen metinleri benimseyemedikleri ve kavrayamadıkları ortaya çıktı. Öğretimin güncel tutulması gerektiğini savunan öğrenciler, metinlerdeki "el" kelimelerinin "cep" kelimesiyle değiştirilmesi için imza kampanyası başlattı. Yazarlar sinirden çılgına dönerken, Milli Eğitim Bakanlığı, "Eğitimde Verimliliğin Arttırılması" kapsamında, metinlerdeki el'leri sildirip, yerlerine cep yazdırmaya başladı bile.
Bunu duyan gençler, şarkı sözlerinde de aynı temizliğin yapılması gerektiğini, çünkü müzik dinlerken havaya giremediklerini, romantik parçalarda ağlayamadıklarını söyleyerek bir imza kampanyası daha başlattılar. Yazarların ve söz yazarlarının bu konuda birlik olacakları konuşulurken, bazı şarkıcılar ise bunun hiç sorun olmadığını belirttiler. Ve "Ne var yaniii, haydi şimdi cepler havaya oooh der havamıza bakarız!" diye eklediler.

Seks görüntüleri toplantı salonunda! Borsa karıştı!
Cep telefonu bağımlılığı iş hayatını birbirine karıştırdı. Sevgilisiyle sevişirken, eline yapışık olan cebi yanlışlıkla açılan ünlü işadamının mahrem görüntüleri eş zamanlı olarak holdingte yapılan toplantının ekranına yansıdı. İş adamının o sırada toplantıda bulunan karısı şoka girerken, holding patronu olan kayınpederi önce kalp krizi, ardından felç geçirdi. Salondaki rakip firma yetkililerinin bunu anında sosyal medyada paylaşmasıyla ise şirket hisseleri dibi gördü. İleriki günlerde bu durumun borsayı nasıl etkileyeceği merakla bekleniyor.

Kazalar artıyor!
Son aylarda hızla artan, "ekrandan kafayı kaldıramamaktan" kaynaklanan trafik kazalarına bir yenisi daha eklendi.  Yolda uykusu gelmesin diye, direksiyon başında şeker kırmaca oynayan otobüs şoförü, yola devrilmiş olan şeker kolilerini fark etmedi!.. Asfalttaki şekerleri kırarak üstünden geçen ve bu yüzden direksiyon hakimiyetini yitiren şoför otobüsü şarampole yuvarladı. Kazada can kaybı olmadı.  Yolcular şoförden davacı olacaklarını belirtirken, şoför; şeker kolilerini yola devirenlerden mi, şeker kırmaca oyunundan mı şikayetçi olacağına henüz karar veremediğini açıkladı.

Hayat birbirine girdi! EKLENTİLER geliyor!
Akıllı cep telefonlarının ellere yapışmasının hayatın pek çok alanında türlü zorluklara yol açmasına ve insanları çıkmazlara sokmasına rağmen halk onları kullanmaktan vazgeçmiyor!
Hal böyle olunca da firmalar dengeyi sağlayabilmek için yaratıcı eklentiler geliştirmeye başladı!
Geçen ay ilk defa geliştirilen, cep telefonuna monte edilen tarak eklentisi çok ilgi görünce ve gençler aylardır içinde bulundukları paçozluktan kurtulmaya başlayınca, bu diğer firmalara da ilham verdi. Bunu gören diğer firmalar birbirleriyle rekabet halinde, eklenti üzerine eklenti geliştirmeye başladılar.
Hanımlar arasında en çok ilgiyi, hamur açmak için oklava eklentisi, kabak oyucu, domates soyucu, çorba karıştırıcı, pirinç ayıklayıcı eklenti ve kendinden kremli, masaj da yapabilen peeling eklentisi görüyor. Ayrıca şu anda ar-ge aşamasında olan aynasız ruj sürebilme eklentisi de hanımlar tarafından merakla bekleniyor!
Geçen ay piyasaya sürülen sevgili saçı okşayıcı eklentisi romantikler arasında hızla yayılırken, yanaktan makas alma, popoya şaplak atma gibi eklentiler ise çapkın beyler tarafından kapışılıyor!
Diğer yandan matkap tutucu, ampul söküp takıcı ve göbek kaşıyıcı eklentiler de erkekler arasında çok popüler olanlardan.
Tüm bu yasal eklentilerin yanı sıra, merdiven altı atölyelerde üretilen bazı eklentiler de tartışma yaratıyor. Milli olamamış ergen delikanlıların ihtiyaçlarına yönelik eklentiler üretilen atölyeler genelde görmezden gelinirken, esrarlı sigara sarma eklentisi üreten atölyelere seri baskınlar düzenleniyor.

Sigara tiryakileri ayaklandı!
Her türlü fiil için eklenti geliştirilirken, sigara tutucu eklentinin geliştirilmesine devlet onay vermedi. Sol elle içmeye çalışırken sigarayı ellerinden düşürüp üstlerini başlarını ve hatta evlerini yakan tiryakiler isyanda! Bu konuda yürüyüş yapacakları ve yürürken de ellerindeki sigaraları önlerinden geçtikleri dükkanların içine fırlartarak eylem yapacakları söyleniyor...

Yeni nesil şarj cihazları piyasada!
Cepler elden düşmediği için şarjları çok çabuk tükendiğinden ve her zaman priz bulunamadığından, yetkili firmalar şikayetleri değerlendirdi ve sürtünme ısısıyla şarj olan cep telefonları geliştirdiler!
Bir haftadır piyasada olan ve kaba ete sürtülerek şarj edilen bu telefonların şarjı on gün dayanıyor. Firmalar bu ürünün ayrıca kaşınma eklentisi yerine de geçeceğini ve çok popüler olacağını belirtiyorlar.

Yepyeni bir estetik operasyon dalı!
Son aylarda bilim adamları, cep telefonuna yapışık yaşamanın bir davranış biçiminden çıktığını ve artık fiziksel bir özellik haline geldiğini yani telefonların gerçekten deriye yapışık olduğunu belirttiler. Ama gençlerin, donlarından daha sık telefon değiştirdikleri göz önüne alınarak, yeni bir estetik ameliyat türünün geliştirilmesine karar verildi. Bu yöntemle, yeni telefon alan gençler ameliyat masasına yatarak eski telefonlarını söktürecek.
Ancak burada gençleri zorlayacak bir durum söz konusu çünkü yeni telefonlarının takılabilmesi için sekiz saat geçmesi gerekiyor. Bu sekiz saatlik sürede hastaların telefonsuzluktan kaynaklı ağır depresyona girmemeleri, intihara teşebbüs etmemeleri için, ameliyattan çıkar çıkmaz sekiz saatliğine yatabilecekleri psikolojik destek ünitelerinin kurulmasına karar verildi.

Veee... Cepli bebek doğdu!
Bu arada, Trabzon'da herkesi şoka sokan bir durum meydana geldi! 
Dünya tarihinde ilk kez bir bebek, elinde cep telefonuyla doğdu! Aile bu doğumun şokunu üstünden atamadan tüm dünyadan bilim adamları ülkemize akın etmeye başladı.
Bebek üzerinde yapılan uzun ve yoğun incelemeler sonucunda, bilim adamlarından İsviçreli olanı, bunun sadece bizim ülkemizde gözlemlenen bir evrim süreci olduğunu, bundan sonra Türkiye'de artık çocukların böyle doğacağını ama istersek hamileliğin ilk 1 ayı içerisinde bebeğimizi cepli ya da cepsiz olarak seçebileceğimizi bildirdi. Ancak bu durumun diğer ülkelere sıçramaması için ülkemizin "bir acayip ülke" kapsamında karantinaya alınacağını belirttiler.
Bu durumdan hiç rahatsız olmayan pek çok anne-baba adayı, aksine, çocuğa cep telefonu alma masrafından kurtulacakları için sevinçten havalara uçtular. 
Yıllardır bu gelişmelerden (!) fena halde rahatsız olup tırsan normal insan evlatları ise usul usul ülkeyi terk etmeye başladılar.

Ancak bu bağımlılığa başından beri karşı çıkan E.Ç ve yandaşlarının, ülkeyi muhtemel karantinadan çıkartmak ve bu bağımlılığı daha da cozutmadan yok etmek için darbe yapmayı planladıkları söylenenler arasında.

Evet, şimdi haberlerin sonuna geldik. Artık kaşık eklentilerinizi takıp yemeklerinizi yiyebilirsiniz.
Herkese afiyet olsun!

20 Ocak 2014 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Süslü Pastalar


Merhaba!
Eğer aranızda hafta başı diyete başlayacağım diye niyetlenenler varsa, burayı hemen terk etsinler! Ya da kalıp, sonrasında bana küfretsinler. Çünkü bu hafta Tatlı Pazartesi'nin konukları, tatlı mı tatlı pastalar!
Malumunuz pasta sanatı artık inanılmaz boyutlarda... Ben de bu cicilerle internette kaşılaştıkça şaşırıp kalıyorum... O zaman dedim bu arkadaşları Tatlı Pazartesi'ye de konuk edeyim...
Ve her tarzdan karman çorman pastalar koyacağıma, bu hafta süslü pastalara yer vereyim dedim. Çünkü "bir pasta nasıl bu kadar kokoş olabilir ki?" demekten kendimi alamadım bunlara bakınca...
Başka bir hafta da komik ve muzip pastalara yer vereceğim...

Aşağıdaki pastaların bazılarını gerçekten çok zarif ve romantik buldum, özel günler için düşünebilirim... Bazılarını ise çok fazla abartılı buldum.  Ama ne olursa olsun, zevkime uysa da uymasa da bir gerçek var ki; hepsi çok güzeller!... İnanılmaz bir emekle, yürekle ve zevkler yapılmışlar...Tasarlayanların, yapanların akıllarına ve ellerine sağlık diyelim....

Herkese bu pastalar kadar tatlı bir hafta dilerim!



18 Ocak 2014 Cumartesi

Eylül'ün Film Devrimi! (Yetti Arkadaş Yaratık Maratık!)


















Malumunuz son yıllarda bir "ruh eşini aramak", "ruh eşini bulmak" furyasıdır gidiyor. Dalga geçmiyorum bununla çünkü kocamla ben de, daha ilk birlikte olmaya başladığımız zamandan beri her bakımdan birbirimizin ruh eşi olduğumuzu düşünürüz.
Ama ruh eşi olmak tabii ki birbirinin karbon kopyası olmak falan değil. Bu çok sıkıcı olurdu. 
Ruh eşi de olsan zaman zaman birbirini yiyip didiklediğin ve hatta sinirden birbirini boğmak istediğin zamanlar olabiliyor. Ya da birçok konuda birbirini çok güzel tamamlasan da, birçok zevkin birbirine uyuşsa da illa ki bir yerlerden hava kaçağı yapan durumlar olabiliyor!
Misal bizim film seçme hallerimiz!

İkimiz de film izlemeyi çok ama çok seviyoruz ve birlikte yayılıp film keyfi yapmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Gelgelelim benim izlemekten asla hazzetmediğim bazı türler var. Ya da türler diye genelleme yapmayayım, hiç hoşlanmadığım bazı "şeyler" diyeyim.
Ben filmlerde aşırı kan, vahşet,  mafya, uyuşturucu çetesi savaşları, ultra fantastik dünyalar, yaratık, uzay gemisi, uzay cismi, uzaylı, (hele de robot), ışın çıkaran bilimum alet edevat, havada uçan arabalar, çekince uzayan neidüğü belirsiz sümüksü hortlaklar görmek istemiyorum. Bilmem kaç yüz sene öncesine ya da sonrasına tanık olmak da istemiyorum.
Robotik konuşma sesleri, ciuv ciuv ses çıkaran silahlar, (uzayda, başka dünyada, dünyamızda ya da her ne haltta ise artık!) bangır bangır savaş gürültüsü, aşırı yoğun silah çatışması ya da o sümüksü hortlaklardan çıkan tanımsız sesleri duymak istemiyorum.
Ha ama mesela bir uzay dizisi olan Battlestar Galactica'ya, sapına kadar yaratıklı olan The Walking Dead'e taparım. Daha bunlar gibi başka örneklerim de var. Ama bunların ortak paydası da insani ve psikolojik yönlerinin ağır basmasıdır, o nedenle sevdim hepsini. (Sonuçta o zombiler de bir zamanlar insandı, bir yerlerden kan çekiyor yani!)

Yani anlayacağınız ben daha gerçekçi, psikolojik yoğunluğu olan, beni birçok bakımdan içine alan, saran, çarpıcı ve zekice kotarılmış ve mümkünse yakın geçmiş ya da gelecekte geçen filmleri izlemek istiyorum. Bu tarz filmleri kocam da seviyor. E o zaman sorun nerede? diyeceksiniz doğal olarak..
Şöyle ki;
Evet, benim sevdiklerimi o da seviyor ama artı olarak benim yukarıda yaptığım "ı-ıh cıss" listesindeki her şeyi de fazlasıyla seviyor! 
Evimizde filmleri bulup indirmek, arşivlemek, -kocamın tabiriyle- altyazılarını çakmak da hep onun görevi. Daha doğrusu teknik olarak bunları o yapabiliyor. Daha da doğrusu ve dürüstçesi; o yapabiliyor olduğu için ben bunları yapmayı öğrenmeye kasmadım. Hal böyle olunca da izlenecek filmleri seçmek zamanla onun tekeline giriverdi!.. 
Adam milyon tane film arşivlemiş. 
Aşkım şunu bunu izlesek mi? dediğimde, arşivde yüzlerce film var, önce onları eritelim diyordu. Tamam, mantıklı. 
Ama ne oldu? Onca filmin içinden, ikimizin de zevkine uyan eser miktarda filmi kısa sürede yedik, bitirdik ve sonra takke düştü kel göründü!
Ortak filmler çabucak bitince, ne kadar ciuv ciuvlu, yaratıklı, kanlı, kovalamacalı, mafyalı, uzaylı, fantastikli mantastikli film var, onlar kaldı geriye!
Adam, oran olarak, benim de zevkime uyan bir tane film indirdiyse, sadece kendi zevkine uyan yirmi tane film indirmiş!

Bir felaket olmuş, dünya bitmiş, yerinde yeller esiyor, kalan üç beş insanın hayatı. Sonra, yine dünya bitmiş, insanlar uzaya yerleşmiş orada takılıyorlar, uzaylılarla çiftleşmişler mecburen, ortaya acayip tipitoşlar çıkmış, onların hayatı. Sonra yine dünya bitmiş, hadi demişler bu sefer de geçmişimize dönelim, gitmiş orada Çakmaktaş'la çiftleşmişler, başka yaratıklar türetmişler, onların hayatı. Ya da dünya bitmemişse, uzay bitmiş, uzaylılar bize gelmiş, bizi şeyetmişler, onların hayatı! 
Öf ki ne öf!

Sevgili kocama diyorum ki, arşivden üç tane film öner bu gece için, bana da uygun olsun, içlerinden ben seçeceğim. Adam buluyor, koyuyor önüme önerileri ama ı-ıh! En bana göre olabileceklerin içinden bile ya bir pembe pörtlengeç yaratık çıkıyor ya da bir silah mafyası!...
Nasıl bir kader bu anlayamadım gitti!

Geçen aylarda sinemada başıma geleni anlatayım size:
Benim tercihim olan bir filme gideceğiz. Ama kocam çok hevesli değil, anladım ben, ama yine de kırmamak için geliyor. 
Gittik sinemaya, filmin başlamasına bir saat falan var. Parayı uzattık, filmi söyledik. Kızdan gelen cevap:
- Hanfendi o filme yerler doldu.
- Aa neden yahu?
- E bugün cumartesi, film de yeni girdi... Bitti biletler.
O anda baktım benim adamın suratı aydınlanmış, ben daha ne oluyoruz demeden, o panolardan başka film seçme işine girişmiş bile!
Ve tabii ki tahmin ettiniz, en fantastikinden, en robotlusundan ve en "ne zamandır izlemek istediğinden" bir film buldu ve ona girdik.

Geçen haftalarda ise Hobbit'e gitmeye karar verdik. Ve ben de hevesliydim. Ama neden hevesli olduğumu ve nasıl bir salak olduğumu az sonra anlayacaksınız sevgili okuyucular.
Ben fantastik filmleri sevmememe rağmen Yüzüklerin Efendisi'nin üç filmini de büyük keyifle izlemiştim. 
Bunu hatırlayınca, heveslendim Hobbit için de.
Neyse, gittik sinemaya, film başladı. 
Film akıyor, on dakika geçti, yarım saat geçti ama ben ısınamadım filme, sevemedim, bir türlü içine giremedim. O sırada Gökhan'a şöyle bir soru sordum;
- Tatlım bu film tam olarak ne zamanda geçiyor? 
- Şu şu zamanda geçiyor. E izlemiştik ya birincisini.
- Aa bu ikinci film mi?
- E evet aşkım, birinciyi izledik ya.
- Hayır, ben izlemedim birinci filmi.
- İzledin, beraber izledik.
(İzlemediğimden yüzde bir milyon emindim o anda.)
- Hayır izlemedim. Sen kiminle izledin?!
- Yahu beraber izledik ya.. Hani Bilbo'nun evine doluşuyorlardı filmin başında...
Aaaa! Evet yahuuu.. Vardı öyle bir şey...Eylül'ün dank etme anı! 
- Ay doğruu, şimdi hatırladım! Ama sinemada izlememiştik, evde izlemiştik.
- Hayır Eylül, sinemada izlemiştik.
- Hmm.. E peki o zaman.
Bir de iddia ediyorum balık kadar hafızamla. 
Neyse..
(Bu arada bu görgüsüzler sinemada amma çok konuşmuşlar demeyin, enn arkada ve minicik fısıltımızla konuştuk.:)
Evet, birinci filmi izlemişiz. Ve evet ben sadece filmin başını hatırlıyorum. 
Neden? Çünkü o kadar sevmemişim ki filmi, sonrasında kopmuşum. Ruhumda herhangi bir yer edinemediği için bu film, izlediğimi de unutmuşum!
Ve birinciyi izlediğimi TAMAMEN unuttuğum için de, ikinciye - ikinci olduğunu da bilmeden - hevesle gitmişim!
Vay benim şaşkın kafama!
O üç küsür saatlik film benim için bitmedi de bitmedi yahu! Bir de 3D izledik, yaratıklar falan bir bastı ki bana... Bayılacağım sandım artık sonlara doğru. Kendime şunu dedim: 
Eylül, sen sen ol bu filmi izlediğini sakın ola ki unutma! Unutma ki, üçüncü filme de saftirik saftirik ve bir de hevesle koştura koştura gitme. Sakın yapma bunu Eylül, bir daha sakın yapma!..

İşte orada, o anda karar verdim.
Yeni yıl kararları, numara bilmem kaç: Hoşuma gitmeyen bir filme - kim için olursa olsun - asla vakit ayırmayacağım! Üç saat, müç saat.. Ömrümden gitti mi? Gitti.
Tamam, yetti, bitti.
Kocamla sinemada zevkimizi uyduramazsak o başka salona girer, ben başka salona, çıkışta buluşuruz. Bayılırım zaten sinemada tek başıma film izlemeye ben!

Ev için ise, uzun zaman önce kendim için IMDB'den yaptığım listeleri kocama mail atmaya başladım. Şunu indir, bunu indir diye. Saydırıyorum resmen.

Dün gece, iş güçten sonra film izlemeye karar verdik yine. 
- Filmi ben seçeceğim, dedim. 
- Tamam, dedi. 
Ama on dakika sonra dayanamayıp sordu:
- Ben seçicem diyorsun illa ki?
- Evet, kesinlikle!

Bu filmi seçtim, izledik, ikimiz de çok beğendik. 
Şekilsiz yaratıklara, teneke hissi veren uzay filmlerine, anlamsız gürültü patırtıya bay bay!


Hoşgeldiniz ruhuma işleyen güzel filmler!
Yaşasın Eylül'ün film devrimi!

13 Ocak 2014 Pazartesi

Tatlı Pazartesi | Joy Campbell -1-


Bu hafta Tatlı Pazartesi'de kedileri, köpekleri ve daha birçok  hayvanı cıvıl cıvıl, rengarenk ve esprili bir şekilde resmeden Joy Campbell var. Resimleri gerçekten insanı gülümsetiyor, çok mutlu ediyor.
Pazartesi sabahı için ideal olur diye düşündüm. 
Hatta resimlerin hepsini şimdi koymuyorum, ileriki haftalarda devamını da ekleyeceğim. Ama yok ben hepsini şimdiden görmek isterim diyenler varsa  Joy Campbell'ın  web sitesi 'ni ziyaret edebilirler.

Cıvıl cıvıl, komik, sevimli bir hafta dilerim!






11 Ocak 2014 Cumartesi

Bodrum'da Tembel Hayvan Olmak







































Ay başında, yılbaşını da içine alacak şekilde altı günlük bir Bodrum kaçamağı yaptık.
Bu yazının başlığı "Bodrum'da Kış" olacaktı ama o zaman birçoğunuzun beklentisi Bodrum'un kışını tasvir etmem, sokaklarını, caddelerini, kafelerini, barlarını, kısacası yazın cıvıl cıvıl olan yerlerini "kış gözüyle" anlatmam yönünde olacaktı. Bu yüzden bu başlıktan vazgeçtim.
Çünkü biz bu tatilde - bir - iki gün dışında - neredeyse siteden hiç çıkmadık!
İşte belki de bu yüzden, müthiş bir tatildi!

.. Yakar Beni Atkılar Bereler ..

Şimdiye kadar en fazla kasım sonuna kadar kalmıştık Bodrum'da. Bu sene de aslında alt tarafı aralık sonunda gidiyorduk ama işte işin içine yılbaşı, kış, ocak ayı gibi kavramlar girince ve ilk defa soğuk bir İstanbul'dan yola çıkacak olduğumuz için, benim saftirik beynim herhalde oranın kutup soğuğunda olacağını falan hayal etti! Ve herhalde o yüzdendir ki bavula kalın kalın kazakları, hırkaları - hadi onlar neyse de -  atkıları, bereleri ve hatta eldivenleri tıktım da tıktım! Üstelik bir de bunu facebook'ta paylaştım.
Yolculuk günü geldi, ben o çok sevgili atkı ve berelerimle uçağa bindim ve daha orada kurdeşenler dökmeye başladım!
Uçaktan inip servise bindim, uyanık kocam soyunup dökünmüş ama ben hala lahana gibi atkıyla, bereyle! Bir de bir güzel uyuyakalmışım... Araç Turgutreis'e vardığında, sanki rüyamda cehennemden geçmişim gibi, yandım aman, piştim yahu! nidalarıyla yakamı başımı açmaya çalışıyordum!...
Tamam, yaz sıcağı yoktu Bodrum'da ama kesinlikle kış soğuğu da yoktu!.. Hatta kış bile yoktu.
Komşularımla sohbet ederken, benim atkı-bere-eldiven götüreceğimi facebook'tan okuyup güldüklerini söylediler! E o zaman niye getirme demediniz? dedim, seni bozmak istemedik, dediler!...
Eh benim kibar komşularım, siz beni bozsaydınız da ben de yolda kurdeşenler dökmeseydim!..
Neyse, bu da bana ders oldu.
Kısacası, Bodrum basbayağı sonbaharda takılmış kalmış, ben onu gördüm.








































.. Ah O Koku, Aldı Beni Benden ..

Şu anda kocamla ikimizin oturduğumuz yazlık evimizde uzun yıllar ailemle oturduk. (14-23 yaşlarım arası) Ve o zamandan beri her yaz, mutlulukla uça uça geldiğim bu evin kapısından girer girmez burnumuza hep aynı koku çarpardı.:
Aylarca kapalı kalmaktan kaynaklanan kendine has bir rutubet kokusu ile deniz ve yosun kokusunun karışımı. 

Bu koku sadece o eve aitti ve  benim için hep kavuşma anlamına geldi, yaza kavuşma, tatile, denize, eğlenceli günlere, güneşe, Bodrum'a kavuşma. Sadece ilk bir iki gün, ev iyice havalanana kadar duyduğumuz bir koku olduğu ve sonradan uçup gittiği için, benim için karşılamayla, hoşgeldinle eş değer olmuştur hep...
Bu kış da eve adımımızı atar atmaz yine bu koku karşıladı bizi.
Ama bu sefer, nedenini tam bilemediğim şekilde, inanılmaz etkiledi beni...
Bu zamana kadar hep yazın duymaya alışmıştım da, şimdi aralık ayında, kışın ortasında, üstümde kalın kalın kazaklarımla ve en önemlisi zihnim kış modundayken duymak mı bu kadar çarptı acaba beni bu yaz kokusunu?
Tek kelimeyle mest oldum!.. Bunu tarif edemem.
Ama şunu diyeyim size, balkona bir girip bir çıktım gece boyunca. Balkona çıkıp denizi kokladım, eve girip "hoşgeldin karışımını" kokladım durdum, ağzım kulaklarımda bir halde! Böyle deriin derin içime çekiyorum allahın rutubet kokusunu, delirmiş gibi. Çünkü biliyorum ertesi güne kalmayacak o koku. Ve kalmadı da nitekim.
Alıştığın bazı şeyleri alışmadığın zamanlarda yaşamak süpriz etkisi yaratır ya, sanırım ben de onu yaşadım... Kışın ortasında yaz kokusu - ya da benim için yazla özdeşleşmiş bir koku - aldı beni benden, uçurdu havalara. Ve şunu dedim kendi kendime; sırf şu birkaç saati koklamak için bile değdi İstanbul'dan kalkıp buralara gelmemize!







































.. O Denize, O Kokuya, O Havaya Aşığım Ben ..

Tatile gideceğimiz için bir yandan keyiflenip, sevinirken, bir yandan da , oralarda g.tümüz donacak yahu! diyen sevgili kocamın tersine ben, amaaan başıma dolu da yağsa umurumda değil, keyfini çıkarıp dinleneceğim! dedim ve direkt o kafayla gittim Bodrum'a.
Ani iklim değişikliği ve temiz hava çarpması sonucu tek kelimeyle cin çarpmış gibi yatağa serilip, hayatımın en güzel, en derin ve deliksiz uykularından birini uyudum ilk gece.
Öğlen bir buçuğa kadar!... Daha da uyurdum ama, gün boşa geçmesin, kendimi denize, dalgaya vereyim, 2013'ün son günü harcanmasın düşüncesi ağır bastı, çıktım yataktan. Baktım benim adam rüya modunun en diplerinde görünüyor, hiç ellemedim onu.

Bir lokma peynir attım ağzıma. Sıkı sıkı giyindim. Müzik için ipod'umu attım cebime, bir kupa da sıcacık filtre kahve yaptım kendime, indim sahile.
Mevsim kış, iskelemizin sadece iskeleti var, o yüzden popomun altına çantamı serip, oturdum önüme gelen ilk yere...
Ve yine aynı şeyi yaşadım!
Alışık olduğum bir güzelliği, alışık olmadığım bir zamanda yaşamanın çarpıcılığı, çekiciliği ve mutluluğu!
31 Aralık'tı, yılbaşı günüydü ama ben Bodrum'daydım! Deniz kenarında kahve içiyordum, hava serindi ama  çok güzeldi. Taptaze kokuyordu. Birkaç balıkçı teknesi geçti, en sevdiğim pata pata sesleriyle. Kucağımda defterim, kalemim...
Kahvenin tadı bambaşka geldi.
Müzik dinlemedim hiç, sadece dalgaları dinledim. İnanılmaz bir sessizlik vardı. Ne yukarı yoldan geçen bir araba sesi, ne sitenin içinden gelen en ufak bir ses. Çıt yok.
Hafif bir esinti ve fışır fışır dalgalar.
Yılın son günüydü ve rüya gibiydi.

Yılbaşı akşamını da ilginç, spontan ve keyifli geçirdik ama en güzeli sanırım 1 Ocak sabahıydı.
Kocamla, derme çatma birer tost yapıp ve  birer fincana da kahvelerimizi doldurup soluğu sahilde aldığımız, inene kadar soğuyan tostlarımızı yine de büyük bir afiyetle mideye indirdiğimiz, bu sefer popolarımız için aldığım minderlerde oturup dalgaları, adaları, Kos'u seyrettiğimiz, tuz kokusunu içimize çektiğimiz, sarılıp gülüştüğümüz, kocamın bana denizde taş sektirmeyi öğrettiği ve benim de yıllardan sonra bunu becerebildiğim bir 1 Ocak'tı.
Yeni bir yıla bundan daha keyifli nasıl başlayabilirdik bilmiyorum...

Ertesi gün aslında Gümüşlük'e gidecektik ama sabah uyanınca baktık fena halde yağmur yağıyor. Benim şaşkın kocam da ayağında bir çift zibidi, incecik spor ayakkabı ile gelmiş, dışarı adım atsa ayaklar ıslanacak.. Vazgeçtik Gümüşlük'ten. O uykusuna geri döndü.
Ben elimdeki kitabı bitirdim yatakta, sonra bir kurtlanma geldi üstüme. Baktım dışarıda yağmur var, mis gibi. Kocam da uyuyor.
Ev battı bana, apar topar giyinip, müziğimi de yanıma alıp hoop sahile indim!
İskele iskeletine gittim, müziğimi açtım.
Başka bir dünyaydı o.
Tepemden aşağı şarıl şarıl yağmur yağıyor, her yerim ıslanıyor, etrafım deniz ve denizin üzeri milyonlarca minik  damlacıkla dolu... Pıtır pıtır pıtır... 

Karşımda adalar, puslu, acayip ama mis gibi kokan bir hava ve kulağımda çok sevdiğim bir şarkı.
Sanki fantastik bir filmin içindeymişim gibi hissettim kendimi o iskelenin üstünde ve o yağmurun altında.
Böyle bir ağlıyorum, bir gülüyorum, karşı adaların üzerine çizgi çizgi yıldırımlar düşüyor, tepemde çatır çatır gök gürlüyor ama öyle masalsı bir ortam ve ben o kadar büyülenmiş haldeyim ki, o yıldırımlardan biri tepeme inse umursamayacağım, işte öyle bir acayip haller içindeyim.
Sanki benim içimde ormanda maymunlar tarafından büyütülmüş olan başka bir Eylül var, böyle "ilk insan" kıvamında ve sanki o, o yağmurun altında doğasını bulup da dışarı çıkmış gibi oldu.
Bu arada, yağmurdan ıslandım kelimesi de zayıf kalacak, suyla tamamen bütünleştim demem daha doğru olur.
Ayakkabılarım ayakkabılıktan çıktı, sanki ayaklarımı içine soktuğum su dolu birer kova haline geldiler. Kafamdaki şapka kafama yapıştı adeta.
Ve sağanak yağmur altında müzik dinleme sevdalısı a deli gönlüm yüzünden, cebimden çıkarmadığım halde, ipod'um bozuldu!

Toplamda yarım saat falan kalmışımdır aşağıda, en fazla. Ama eve döndüğümde, sanki bir hafta tatil yapmış kadar mutlu, huzurlu, dinlenmiş, başka bir boyuta geçip de gelmiş kadar şaşkın, doğaya hayran ve coşkuluydum. Zaten kendimi bildim bileli yağmurda ıslanmayı severim, şemsiye taşımam. Hatta sümüklü böcek ezme korkum olmasa, her yağmurda hoplaya zıplaya sokaklara çıkıp deli gibi koşabilirim.

Neyse.
Eve girdiğimde kocacığımın yataktan başını kaldırıp baktığı sahnede ise, dünyanın bütüün sularını üstüne emmiş, kocaman zavallı bir sünger gibiydim!
Ayakkabılarım, şapkam ve montum günlerce kurumadı, hatta ayakkabıları son gün evden çıkmadan önce fönle kurutmak zorunda kaldık.
Ama değdi mi?
Hem de nasıl değdi!

.. Tembel Hayvanlar Tatilde ..

Evet, tatil boyunca her fırsatta denizin, dalgaların, havanın tadını çıkardım. Ama sadece gündüzleri!..
Akşam saat beş olup da hava kararınca, bizim tembel hayvan saatlerimiz başlıyordu!
Ama ne tembellik!
Bir kere, giysilerimizi dolaplara falan hiiiç yerleştirmedik. Hep bavullardan çalıştık, bavullar da yerde, ayağımızın altında falan.
Sonradan buzdolabını temizlemekle ve  boşaltmakla uğraşmayalım diye alışverişimizi minimumda tuttuk. Makarna, peynir, yumurta, kocama sucuk, tavuk, bana hellim, salça, kola vs.. Çoğunlukla akşam makarna (ama gayet lezzetlisinden), sabahları da tost. Bol kahve, bol kola.
Keyifle yenilen yemeğin ardından, 19 inch monitörden oluşan ultra devasa sinema sistemimizin (!) karşısına şezlongları kurmak ( a.k.a. allahım sen bilirsin şezlongları* ) vee film keyfi. Sonra kitap, sonra oyun, sonra Penguen vs.. dergi keyfi.
Tam anlamıyla eşine eşine yan gel yat tatili.
Köpekler de İstanbul'da annemlerde kaldığı için çişe çıkart, kakaya çıkart olayı yok, yat babam yat.
Bir güzel dinlendik ki, sorma gitsin!

( * Allahım sen bilirsin şezlongunu da açıklayayım: Birkaç yaz evvel İstanbul'da çok yorulup gelmiştim Bodrum'a. Gelirgelmez de dinlenemeden sergi hazırlığı telaşım başladı, sonra bir hafta boyunca da "gündüz 12 - gece 12" sergide bekledim. Yorgunluktan bittim diyebilirim. Sergi bittikten sonraki gün Gökhan'la o çok rahat, arkaya bir güzel kaykılıp yatabilen şezlonglardan birer tane alıp eve getirdik, balkona kurduk. Şezlonga popomu koyup bir de şööyle geriye kaykılıp yatınca ağzımdan aynen bu kelimeler dökülmüş: "Oooohh Allahımmhhh sen bilirsinhhhh" ... Artık nasıl bir tonlamayla yaptıysam bunu, Gökhan'cım çok gülmüştü. O gün bugündür o şezlongların adı, "allahım sen bilirsin şezlongu"'dur.)


Bu arada internete de tatil boyunca hiç girmedim! SIFIR! Açıkçası hiç ama hiç aramadığım gibi, yokluğu da çok dinlendirici geldi.

Herkese böyle bir tatil öneriyorum. Yazlığınıza bir de kışın gidin. Oraya dair tüm ezberlerinizi bozun. İnterneti falan da unutun.
İnsan kalabalığından temizlenmiş tertemiz havayı içinize çekin. Her zaman girdiğiniz denize sadece bakmanın ve onu koklamanın ve sesini dinlemenin de ne kadar yeterli ve doyurucu olduğunu keşfedin!
Minimumda yaşayın.
Tek derdiniz, makarnayı kekikli mi yoksa  fesleğenli mi yapacağınız olsun. (Bence ikisini de koyun!)
Kaslarınızı gevşetin, kollarınızı şööyle iki yanınızdan sallandırın ve birkaç gün o modda yaşayın. Böyle deyince azıcık embesil bir tip canlanabilir gözünüzün önünde.
Olsun! Azıcık da embesil olun ne olacak. Nasılsa kimse de görmeyecek!:)

Üç beş gün de olsa, yan gel yat, tatlı hayat.
Yapın bunu. İyi gelecek.

Cidden.

Herkese keyifli günler dilerim...
...............................................................................................................................................................
Fotoğraflar: Gökkuşağı Dosyası
Daha fazlası için, Instagram hesabım.



















Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...