Sayfalar

23 Haziran 2012 Cumartesi

10 Liraya Konakla-ma!



Bu yaz Bodrum'a iki günde gideceğiz ve Ege'de bir beldede konaklayacağız.
Ama tabii biz paldır küldür herhangi bir pansiyona dalıp oda tutma lüksüne sahip değiliz çünkü köpeğimiz Mısır ile yolculuk ediyoruz. Köpek kabul eden yer bulmak zor oluyor, buldun mu atlayacaksın yani.

Bugün internetten bakınmaya başladık. Tek gece olacağı için fiyat uygun olsun, temiz olsun, köpek kabul etsin vs... derken sevgilim ilk gördüğü yeri aradı. Arka odadan duyuyorum sesini ve anladığım kadarıyla pansiyon köpek kabul ediyor! Aman ne şahane, daha ilk denemede bingo diye düşünerek sevgilimin yanına seğirttim hemen.

- Köpek alıyorlar mıymış?
- Evet.
- Aa süper, geceliği ne kadarmış?
- 10 lira.
- Af buyur? 10 LİRA MI?
- 10 lira vallaaa.
- Yahu nasıl bir yer orası ki 10 liraya? 10 liraya konaklama mı olurmuş allah allaah? diye ağzım kulaklarımda gülüyorum ben.

Sonra başladık pansiyon şöyle midir böyle midir diye fikir üretmeye. 
Oğlum dedim, odalarda gizli kamera falan olmasın?! Taa yıllar önce sapık mağazacının haberi çıkmıştı, kabinlere kamera koymuş diye, o hesap.
Bitlenmesek bari diye de devam ettim, ama asıl bombayı sevgilim patlattı:
Böbrekleri kaptırmayalım !?!
Koptum tabii buna ama tırstım da bir yandan.


Annemi aradım hemen: 
- Köpek alan pansiyon bulduk, bil bakalım kaça?
- Kaça?
- 10 liraya!
- Kızım bitlidir orası.
- Ay ben de aynı şeyi düşündüm annee. Öyledir di miii?
Bu arada sevgilim de dahil oluyor muhabbete.: 
- Mısır'ın pire ilacından sürünürüz yatmadan evvel. 
Biz geyiğin tavanındayken anneciğim devam ediyor:
- Sakın kalmayın kimbilir nasıl bir yerdir, kimler kalıyordur!
Tabii ki kalmayacağız ama geyiğe de devam ediyorum ben:
- Aman ne olacak anne, kapıyı kilitler yatarız, hem belki bir yazı konusu da çıkar ortamdan...(Sinekten yağ çıkaran, fırsatçı kişilik.)
- Kızım gecesini 10 liradan veren adam kimbilir kaç günde bir değiştiriyordur çarşafları?
- Neeeey? Sahi mi diyorsun anneee? Iyyyy.
- Ne sandın kızım, her gece çarşaf mı yıkayacak adam, 15 günden önce değiştirmez.
- Allahım kusacağııımm.... Fena oluyoruuum...
Tekrar, kimbilir ne acayip tipler kalıyordur dedi ve ekledi: odanızı basarlar kızım, sapsarı saçların var, sermaye sanırlar seni!

İşte burası tamamen koptuğumuz andı. Sermaye haa?.. Fahişe değil, o biçim kadın değil, direkt Yeşilçam'ın bağrından kopup gelen müthiş kelime: SERMAYE! 

Tamam anne dedim, kalmayacağız orada. Telefonu kapadım ama gülmekten nasıl yerlere yatıyoruz sevgilimle... Hepimiz ayrı ayrı nasıl da paranoyakmışız öyle, pes!
Ama daha yola bile çıkmadan bu da böyle tatlı bir anı olarak kaldı işte bize.


Bu arada merak eden köpek sahipleri varsa hemen belirteyim, İzmir'de köpek alan ve bitli olma ihtimali de olmayan uygun fiyata birçok yer varmış, bunu da öğrenmiş olduk.
Ha ama bitli olsun ne olacak diyen varsa da, o zaman sevgilimin dediği gibi, kuçunuzun pire ilacını sürünüverip yatarsınız gari.:)

20 Haziran 2012 Çarşamba

Bir Düğüne Giderken - 2 -


























*** DÜNKÜ YAZININ devamıdır ***

Ve geldi o gün. Düğün günü.

Gündüz saçlarımı maşa ile lüle lüle yaptırmıştım ama lülelerden en önde duranı bayrağı açtı, vaktinden önce iniverdi aşağıya. Hay aksi, sorun olmaz inşallah diye düşünürken annemlerin evine vardık. Bizimkiler önceden hazırlanmışlar, annem makyajını bile yapmış. Ben de önce bir şeyler yedim, kahve içtim, nasılsa giysim ayakkabım hazır ya.

Sonra kalktım ben de makyajımı yaptım. Beğenmedim, yıkadım yüzümü, bir daha yaptım. Bu arada bizimkiler beni bekliyorlar. Sonra baktım o da ne, ojelerimi değiştirmemişim, elimde ayağımda alakasız bir renk! 
- Anneee aseton nerdee?
- Oradadır kızım. 
- Anne aseton dediğin bu mu, şaka mı yapıyorsun? Şişenin dibinde bir gıdım bir şey, bitmişten hallice.
- Niye şaka yapayım kızım sana? Bu arada o da bekliyor olmaktan gerilmeye başlamış.
Mucize yaratıp on parmağımı da sildim o azıcık asetonla. Amma velakin aslında silinecek yirmi adet parmağım olduğunu kafamı aşağı eğip ayaklarımı görünce  idrak edebildim. Ve malesef yegane asetonlu pamuğu attıktan sonra! Tellerim atmaya başladı orada.

Kısa bir süre sonra ise sevgilim elbisemin eteğine bakıp, ip söküğü mü var orada deme gafletinde bulundu. Evet ip söküğü. İncecik ama ip söküğü işte!... Lanet olsuuun diye çığırdım, ne bağırıyorsun kızım diye annem bana kızdı, yok bir şey orada, ben farketmedikten sonra kimse farketmez dedi babam ve o şekilde biraz rahatladım. Bu arada eğilmiş hala ip söküğümle uğraşan zavallı sevgilimin elinden savurup çektim eteğimi, bir de fırçaladım zavallımı. Moralimi bozdu ya.
Bu arada kilo verdiğim için elbisenin straples olan üst bölümü düğünde başıma bir bela açar mı diye de endişe içindeyim. Zira ilk denediğimde daha sıkı oturuyordu üstüme.

Bu konudaki endişem de ayakkabılarımı giyene kadar sürdü.  Çünkü gelen gideni arattı, hem de ne aratmak!
Çıkmak üzereyiz. Babam sessizce bekliyor ama yüzünde derin bir eyvah trafiğe kalacağız ifadesi. Ben, haftalar öncesinden kararlaştırdığımız annemin ayakkabılarını giyeceğim bir güzel. Aa baktık mantar topukların yanlarında kocaman kocaman etiketler. Elle kanırttık çıkmadı. Hadiii ıslat, önce tırnakla, sonra olmadı hadi bıçakla kazı... Sinirimden öleceğim orada! Uğraşa uğraşa zar zor çıkarttık etiketleri.

Bu ayakkabıların topuk fermuarları daha hiç giyilmeden tamir gördüğü için annemden rica ettim kapamasını. Ben sakarım, elimde kalır, annem narince kapatır dedim. (Dürüst olayım: Kalacaksa benim değil, annemin elinde kalsın dedim.) 
Ve kaldı. Kadıncağız özene bezene çekiyordu ki, cırt. Bozuldu fermuar. İçimden başladım saydırmaya. İkinci ayakkabının fermuarı ise hiç kapanmadı. Nasılsa görünmüyor, açık kalsa? dedi anneciğim ama baktım yürürken ayakkabılar ayağımdan fırlıyor, böyle mi giyicem böyle mii diye anneme çıkıştım, yazık.

Hal böyle olunca annem başka bir çift ayakkabısını verdi. Ama onların da topukları kısa. Mis gibi elbisenin açık renk etekleri yerlerde sürünüyor. Hadi düğün mekanının tozunu almaya da gönüllü oldum diyelim ama ben sakarın önde gideniyim kardeş! O etekler iki adımda bir benim ayağıma dolaşacak, basıp duracağım. En iyi ihtimalle basıp cırt diye yırtacağım, ikinci ihtimalle takılıp yerlere kapaklanağım ve millete  rezil olacağım. Ama üçüncü ve en kötü ihtimal gerçekleşirse ve eteğe basıp straplesi indirirsem işte o zaman düğün mekanını derhal terk edeceğim ve mecburen Afrika'ya taşınacağım!
Deli oldum deli. Bu arada canım sevgilim son anda ailesinden can sıkıcı bir haber aldı ve bizimle gelemedi. Hem haberden dolayı, hem de kötü bir gece geçireceği ve yanımda olamayacağı için de çok gerildim. Biri yanıma yaklaşsa burnumdan ve kulaklarımdan çıkan ateşler yüzünden birinci derecede yanardı yeminle. O haldeyim. Annem de çok gerilmiş, babam ise ateşe dokunma yanarsın modunda ilişmemeye çalışıyor bana ama bir taraftan da,  kalkmazsın ayağa, oturursun sen de diyor. Tuvalete de mi gitmeyeceğim! Vallahi düğün kuzenimin olmasa çoktan vazgeçmiştim diyorum hışımla. Ve aynı o hışımla bindim arabaya. 

Ayakkabı almam lazım! dedim.  Babam bir iki mırın kırın etti ama baktı olacak gibi değil, tamam görürsek dururuz alırsın dedi. Biraz rahatladım.

Bu arada ojeleri silmiştim ya ben evde. Yenilerini sürmemiştim ama.:) Ayaklardaki alakasız renk de cabası. Arabada, dur kalk sarsıntıları  içinde - ve asetonsuz - titreye titreye, el - ayak çift kat oje sürmeyi de becerdim ya, yapabilsem kendimi gerçekten alnımdan öpecektim.

Anadolu Yakası'na geçtikten sonra, annem ön sağ cama, ben arka sol cama yapıştık, ayakkabıcı arıyoruz. Yok da yok. Ayakkabı cenneti bir şehirde yaşıyoruz ama ben acilen arayınca hepsi buharlaştı tabii. En sonunda Bostancı sahil yolundan caddeye saptık. Sıra sıra kafeler de kafeler. Yeme içemeye ne düşkün milletmişiz!...Derken.. baba dur dur! ayakkabıcııı! Şükürler olsun. 
Sağa çekti babam. Ayakkabıcı solda ve biraz geride kaldı. Hava pırıl pırıl aydınlık ve biz iki tane saçları yapılmış, abiyeler içinde kokoşko, o halimizle attık kendimizi caddeye. Ben ayağıma dolanan etekleri toplamaya çalışırken, elbisemin rüzgarlı günler için tasarlanmadığını da keşfettim. Modele hava veren o detaylar var ya, rüzgarı görünce özgürlüklerini ilan ettiler ve o süslü halimle caddeyi geçmeye çalışırken bir yandan da frikiklerimi örtemeye çalışmaktan canım çıktı. Saçlar dersen uçuşuyor, hem makyajıma yapışıyor hem de gözümü kapatıyor, ayakkabılar zaten rahatsız. Karşıda bir bank var, üstünde birkaç adam, direkt bize bakıyorlar. Belki yoldan geçenler de. Öyle komik haldeyiz ki, sanki herkes bakıyormuş gibi geliyor!
Zor attık kendimizi mağazaya. Orada da spor giyimli ablaların arasında şebek gibi kaldık. Annem  yerlerden eteğimi toplamaya çalışıyor, ben arkamda bir serinlik hissediyorum, annee ne yapıyorsuun, arkamı açıyorsuun diye ona çıkışıyorum (malum, elbise bir tuhaf, neresinden neremin görüneceği belli değil), mağazacı adam bize gülüyor kibarca. Ben hemen bulduğum ilk krem rengi topukluya atladım. Sanki çölde su bulmuş gibi, sevdiğime kavuşmuş gibi mutlu oldum vallahi. Hayatımı kurtardınız hayatımı! diyorum adama. Numarasını bulduk, ödedik, fırladık. Yeni ayakkabılarımla en azından eteklerimi ezmiyordum artık ama yine bacaklarımı kapata kapata zor attım kendimi arabaya. 
Ve derin bir ohh. Bu arada baktım yeni sürdüğüm ojelerin bir kaçı bozulacak gibi olmuş ama amaaan dedim, bir de sizinle uğraşamayacağım!..

Ardından Maria'nın Bahçesi'ne vardık. Yaşadığım stresin ardından resmen çöktüm sandalyeme. Güzel yunan müzikleri ve hafif esen rüzgar ile gevşedim.  Sevgilim gelemedi diye hüzünlüydüm ama seviklerimle birlikte olmak çok güzeldi.

Hele de kardeşim kadar sevdiğim kuzenimin bütün gece gülen yüzünü gördükçe (gördüğüm en mutlu damattı kesinlikle, gülmekten ağzı hiç kapanmadı, botokslu gibi kalacak diye korktum yeminle) gerçekten çok mutlu oldum. 

Onlara buradan ömür boyu mutluluklar diliyorum!
Kendime de iki çift lafım olacak:
Bundan sonra bir çift yedek ayakkabı bulunduracaksın kızım. Yok yok, hatta iki çift!... Elbiselerini denerken her tür iklim şartında test edeceksin ve yanında her daim aseton taşıyacaksın. Dolu olarak.

Bunlar da kulağıma küpe olsun!


Fotoğraf: http://www.sxc.hu/browse.phtml?f=view&id=348454

19 Haziran 2012 Salı

Bir Düğüne Giderken - 1 -

























Mart ayı sonunda çok sevdiğim kuzenimin nişanı olmuştu, geçen gece de biricik nişanlısıyla güzel bir düğün eşliğinde evlendiler.
Ama bu bir düğün yazısı ya da aşk hikayesi değil.
Bu benim o düğüne gidişimin hikayesi.
Ama şimdi zamanı biraz daha geriye sarmam gerekiyor.

Biz küçük bir aileyiz. Yakın akrabalar olarak topu topu iki elin parmakları kadarız. Ve bu parmakların beş tanesi de kadın. İşte biz bu kadınlar olarak nişandan düğüne kadar sık sık görüştük. Bir gün birinin, bir gün diğerinin evinde, hatta cuma pazarında kumaşların arasında bile buluştuk. Ve konu ortaktı: Düğün. Ne giyilecek, nasıl ayakkabı seçilecek, saç baş nasıl olacak, yaz düğününe hangi tonlar yakışır, yüksek topuk o gece ayakları haşat mı eder, şu elbisenin üstüne fönlü saç mı yakışır topuz mu şeklinde konuştuuk konuştuuk konuştuk. Aslında çoğunlukla onlar konuştular, ben dinledim. Çünkü diet yapıyordum ve son ana kadar ne giyeceğim belli değildi. Biraz da gevşeğimdir bu konularda, huyum kurusun. Kızım son zamanlara bırakırsan çok zorlanırsın, bulamazsın bir şey, elin ayağına dolaşır  deyip durdular bana. Yaauu bir şey olmazz, bulurum been, o zamanki kiloma göre son haftada seçeriiim modunda takıldım durdum.

Bu arada diğer hatunlar işin ciddiyetinde. Annem ile teyzem (damat annesi) alışverişlere çıkıyorlar, bir şeyler alıyorlar, sonra pişman oluyorlar, bir daha alıyorlar falan.
Mesela annem düğün kıyafetini sonunda bulduğunu sanarak bir heves bana gösterdi. Zavallımı değil gösterdiğine, aldığına alacağına pişman ettim. Ayy bu ne anne yaa, rengi şöyle, biçimi böyle, ayy çok fena, leoparı da hiiç sevmem (sanki ben giyeceğim!), hiç senin sanatçı kişiliğine uymuş mu, hem çok klasik buu diye saydırdım da saydırdım. Aslında gayet modern bir tarzı olan anneme sadece klasik demem yeterdi ama diğer yorumlar da müesseseden olsun dedim. Bir umut diğer kişilere de danıştı ama ı-ıh. Sınıfı geçemedi giysi.

Bu arada benim hala kıyafetim yok ve üstelik bir kere bile bakmamışım çarşıya. Ancak onlarınkine ahkam kesiyorum habire. Tuzum kuruya kuruya buharlaşacak. Sanki 1.80 boyunda mankenim de, çarşıda üstüme taktığım ilk giysiyi yakıştırıp alabileceğim. O derece rahatım yani.
Başka bir buluşmamızda ise teyzem aldığı ikinci elbise ile çıkageldi. Elbise güzel, ona da yakıştı ama bu sefer bizim hatunlar ona kulplar taktılar, kadıncağız poşetine kaldırdı elbiseyi. Sonra nasıl oldu, kim dedi bilemiyoum, Eylül giysin bu elbiseyi dediler. Koltukta yanlayıp oturmuş onları izlerken birdenbire kendimi elbise denerken buldum. Aaa oldu valla, çok yakıştı, tamamdır Eylül'ün işi dendi, ben de beğendim ve teyzeciğimin yorgun argın arayıp bulduğu elbise benim oldu. Annemin yeni aldığı bir çift ayakkabı da elbisenin altına cuk olmadı mı? Neymiş? Rahat olacakmışsın. O zaman elbise ayağına geliyormuş. Üstelik ayakkabısı ile.

En gevşek tip olmama rağmen giysim herkesten önce halloldu ya, gevrek gevrek gülüyorum. Ama yok, gülmeyeceksin. Her şey hallolup bitene, hatta o düğün geçene kadar sessiz sessiz bekleyeceksin kardeş. Çünkü sonunda bir şeyler ayağına dolanıyor insanın. Benim dolandı. Ve üstelik gerçekten. Son  dakikalarda nasıl hazırlandığımı, evden nasıl çıktığımı, düğün mekanına nasıl vardığımı bir ben bilirim.

Yazının devamını ve düğüne gidiş telaşımı okumak için yarını bekleyin!

Kısacası: Arkası Yarın :)



Fotoğraf: http://www.sxc.hu/browse.phtml?f=view&id=1058550

17 Haziran 2012 Pazar

Sevgili Babacıklar

Yeni babalar, yıllanmış babalar ve müstakbel babalar,
tek çocuklu babalar, bol çocuklu babalar,
sevecen ve arkadaş babalar, azıcık despot babalar,
kız babaları, oğlan babaları, ikiz, üçüz, beşiz babaları,
hatta kedi ve köpek babaları...

Hepinizin babalar günü kutlu olsun!

İyi ki varsınız!


Fotoğraf: http://www.sxc.hu/browse.phtml?f=view&id=1064479

6 Haziran 2012 Çarşamba

Ben Survivor'da Olsam

























Bu sezonki Survivor'ı büyük keyifle izliyorum ve izlerken de ara ara kendime soruyorum: Acaba ben adada olsam ne yapardım, şu oyunu başarıyla oynayabilir miydim, kimlerle anlaşırdım, açlığa dayanabilir miydim, son beşe kalabilir miydim?
Ama cevap aslında şu: Kimseyle anlaşmama, hiçbir oyunu oynamama, son beşe kalmama ve hatta acıkmama bile kesinlikle fırsat olmazdı.

Zira daha beşinci dakikada kapının önüne koyarlardı beni! 

Neden mi? Çünkü tek kelimeyle adanın kılı olurdum. Et yemeyen, balığı kafasına bakmadan yiyebilen, yanındaki kişinin tabağındaki balığın bile kafasını ekmekle örten, yanında balık tutulmasına izin vermeyen, sivrisinek dahil hiçbir canlıyı, hiçbir böceği öldürmeyen ve öldürtmeyen bir  insan evladıyım çünkü!

Survivor'daki arkadaşlar ise, balık tutmayı bir kenara bırakın, uçan kaçan, iki gözü, bir başı olan, hareket eden her şeyden bir menü yaratabiliyorlar! Yayında izlerken bile kanalı değiştiren beni, onların arasında düşünebiliyor musunuz? Onlar zavallı yengeçleri, çeşit çeşit ada canlılarını yakaladıkça ayılıp bayılan, haaayır onu yemeyin bunu yiyiiin diyerek sürekli önlerine hindistan cevizi ve bilimum otları dayayan, tartışma çıkaran, tuttukları balıkları gizlice denize geri salan, hatta balık ağlarını delen ve daha da ileri gidip o canlıları pişirmesinler diye, yaktıkları ateşi su döküp söndüren bir insan olurdum.

Ve pek tabii, bela mısın kardeşim yürü git, ne işin vardı da geldin bu adaya? denerek yaka paça kovulan!

Sadece otla beslenilen bir Survivor olursa belki ben de başvururum. Ama o güne kadar sadece izleyici olacağım.
Ama tabii, iki parmağımın arasından seyrederek ve ayy bırak onuu, yemee, hindistan cevizi neyine yetmiyor zalimm! diyerek olduğum yerde tepinerek...


Fotoğraf: www.acunn.com

4 Haziran 2012 Pazartesi

Şans'lı Günler



























Her şey, sabah uyanamamışlığı içinde pencereden bakarken o topal köpekciği görmemle ve aynı uyanamamışlık içinde, üstelik zavallı sevgilimi de yaka paça yataktan çıkarıp, elimizde ciğer tabağıyla bütün civarda köpeği arayışımız, bulamayışımız ve bu gezmeden dolayı da oğlum Mısır'ı olması gerekenden 1 saat daha geç çişe çıkartmamla başladı...

Mısır beni olanca gücüyle parka doğru çekiştirirken gördüm onu. Uzun bacaklı, avanak görünümlü saksağanı. Çırpı bacaklarıyla geziniyordu ortalıkta şaşkın şaşkın. Uçamıyor gibiydi ama minik bir yavru görünümünde de değildi. Şu Mısır'ı iki çişe tutup döneyim de bakayım şu kuşa deyip parka girdim. Uçuyorsa zaten sorun yok, uçamıyorsa da olduğu yerde bulurum. Acele acele gezdirdim oğlumu, döndüğümde daha iki dakika olmamıştı ki baktım kuşu gördüğüm yerde kıyamet kopmuş!... Büyük saksağanlar çığlık çığlığa pike yapıyolar. İki kuş yerde bir şeyi didikliyor, ortalık birbirine girmiş! Koşa koşa gidip baktım ki ne göreyim! Az önce gördüğüm kuş, yolun kenarında tepe taklak olmuş halde yerde yatıyor. Kanadı sanki altında kalmış gibi, gaga yarı açık, can çekişir bir halde. Etraftaki adamların söylediğine göre kargalar saldırmış. Eyvahlar olsun dedim, ben gidip gelene kadar ne hale gelmiş, son nefesini verecek yavrucak. Bir yandan kendime sövüyorum, bir yandan çaresizlik içinde kıvranıyorum orada, bir elimde de Mısır ile. Ne olur yardım edin dedim adamlara, ağlamaklı halde. Bir tanesi geldi sağolsun, ilgilendi. Kafası kanadı birbirine karışmış halde yatan yavrucak ayağa kalkıp, az ilerideki trafonun dibine kaçtı. Bu arada anne-baba saksağan sürekli etrafımızda, gelene geçene yaygara koparıyorlardı, bir kediyi de oradan geçtiğine geçeceğine pişman ettiler. 
Alelacele sevgilimi çağırdım hemen. Veterinerimizi de aradım. Ne yapalım, uçamıyor belli, kuyruğu kısa, annesi babası koruyabilir mi yoksa eve götürelim mi? dedim. Götürün dedi.
Biz de kolları sıvadık yakalamak için. Ama o da ne! Yerde iki büklüm yatan, ölüyor sandığım o gariban gitti, yerine maraton koşucusu geldi mübarek! Uçamıyor evet ama o upuzun bacaklarının üstünde dikilip bir kaçmaya başladı ki sorma!... Kendini çalıların arasına attı çıkmıyor. Bir tarafta sevgilim, diğer tarafta ben. Bacaksıza dokunduğun anda öyle bir bağırıyor ki, kaba etini mıncırıyorlar sanırsın. Cark cark cark kıyamet koparıyor, ele avuca da sığmıyor. Yakalama işini sevgilime havale ettim, incitmekten de korkuyordum çünkü, benim tarafıma geçtiği anda tut tut diyordu sevgilim ama ben ona  doğru geri kışkışlıyordum. Bir iki başarısız girişimden sonra yakaladı ve tepemizde anasının babasının feryatları eşliğinde apartmana kendimizi zor attık.  Bu çok hüzünlü bir sahne aslında. Yavrumuz elden gidiyor paniği içinde o anne-baba. Keşke bir yolu olsaydı da söyleyebilseydik kötülük yapmadığımızı, aksine onu kurtarmaya çalıştığımızı.




























Eve getirdik, Mısır'a çaktırmadan doğrudan kapalı balkonumuza götürdük. Havalar limoni olduğu için orayı balkon olarak kullanıyorduk, keyif yapıyorduk. Ama hal böyle olunca ortalığı açtık, duvardaki tabloları, süsleri, mumları falan kaldırıp kuşa tahsis ettik mekanı.

Küçük cadaloza Şans adını verdik ve böylece başlamış oldu Şans'lı günlerimiz...

Şans'ın hastalığı ve sakatlığı yoktu çok şükür. Kargaların saldırısı onu alaşağı etmiş ama hasar bırakmamış. Ama  maceracı ruhu kuyruğundan önce gelişmiş olmalı ki  yuvadan düşmüş  ya da atlamış şaşkın. Uçamayışının yanı sıra, kendi kendine yiyip içemiyordu da. 
Sevgilim onu başarıyla yakalayıp getirdiği için kahramanım benimm diye şımarttım onu bol bol. Biraz fazlaca şımartmış olmalıyım ki, besleme işi senindir, ben dokunmam artık moduna geçti hemen. 
Böylece iş başa düştü. Hem de ne düşmek!

Sabah altı buçukta kalkıyordum. Üstüme kuşlu (daha da açarsak, kuş pislikli) kıyafetlerimi geçirip önce  mekanı temizliyordum. Yediği anda arkadan cortlatıyordu, her yeri batırdı tabii. Sonra zar zor yakalayıp, kucağıma oturtup, bir kolumla göbeğim arasında zaptetmeye çalışırken , diğer elimin iki parmağıyla ağzını açıyor, bir parmağıyla da mamayı ense köküne kadar ittiriyordum. İlk bir kaç lokmada kendiliğinden açtığı ağzını sonradan kilitliyordu ve ben midye dolma açar gibi tırnağımı takarak aralamak zorunda kalıyordum. Bir de asiydi ki! Kafayı fırt o yana çeviriyor, fırt bu yana. Kolumu göbeğimi de çizmesi cabası. Sonra aa o da ne bacağımda bir sıcaklık! Yahu bir bekle, azıcık sabret, anında dışarı atmak zorunda mısın yediğini kardeşim.

İlk bir kaç gün böyle geçti. Yedikçe semirdi, verdiğim kıymalarla güçlenip dayılandı, bana kafa tutmaya başladı. Hah dedim, tamam, Rise of the Planet of the Saksağan'ı çekeceğiz. Hal böyle olunca sevgilime İMDAT çağrısı yaptım artık. Sağolsun o da dahil oldu besleme işine ve biri tutar öteki ağzına tıkar metoduyla hakkından geldik isyankar şaşkolozun.
Ve sonunda, kendi kendine yemeye de başladı! Bunun verdiği mutluluğu tarif edemem. Öncelikle onun gelişimi açısından ve bizim günlük hayatımız açısından da büyük rahatlama oldu.

Tam bir kıyma oburuydu. Meyve, domates, bulgur gibi şeyleri de severek yiyordu ama kıymayı görünce resmen gözü dönüyordu. Top top atıyordu ağzına ard arda. Sanki önünden kaçıran var. 

Bir gün baktım yan yatık duran tuvalet kağıdı rulosunun içinde bir parça kıyma. Oraya kaçmış deyip, alıp attım. Ertesi gün baktım rulonun içinde yine kıyma var! Gözlerime inanamadım. Saklamış! Resmen zulalamış uyanık. 

Gittikçe gelişti sıpa. Kuyruğu uzadı. Dışarıdaki akrabalarıyla konuşup durdu, kombinin borularını, vidalarını gagaladı, didikledi, değişik uçuş teknikleri geliştirdi. Yedi, cortladı, yedi, cortladı...  O cortladıkça ben sildim, sildim, sildim... 
Günler böylece geçti. 15. gün olduğunda baktım bizim bahçede, yanlarında anne-babalarıyla birlikte çaylak saksağanlar geziniyor. Kardeşleri! Yuvadan inmişler. Kuyruk uzunlukları da bizimkiyle aynı. Demek ki Şans da artık özgürlüğüne uçabilecek! dedim.




























16. günün gecesinde Şans bağlasan durmaz bir durumdaydı. Kendini camlara atıyordu, günün son ışıkları da gidene kadar azdı kudurdu.
17. gününün sabahında, onu bir güzel besledim. Kıymalarını yemesini, karnını iyice doyurmasını bekledim. Sevgilimi de  bahçeye yolladım.

Ve balkonun pencerelerini açtım. Zannediyorum ki tabanları yağladığı gibi kaçacak. Ama kaçmadı hemen. Anlayamadı ne olduğunu. Tedirgindi. Sonra ben geri çekildim. Sevgilim dışarıda, ben içeride bekledik, bekledik... Ve bir anda cama doğru gitti, baktı açık, bir uçtu ki gözlerime inanamadım. Sanıyordum ki camdan çıkacak, hemen karşıdaki ağaca konacak, öyle azar azar uçacak. 
Adam kaptırdığı gibi soluğu karşı parktaki ağacın en tepesinde aldı yahu!... Muhteşemdi. Sanki senelerdir uçuyormuş gibi.
Oradan bir balkona, sonra başka bir ağaca uçtu. O ağacın tepesinde başka bir saksağanla didişip ilk kavgasını bile yaptı cadalozum. Oradan da başka bir ağaca kondu. Sonra gözden kaybettik.
Hüzünlendim tabii ama diğer yandan çok mutlu oldum. Karşımıza çıkmasaydı büyük ihtimalle ölecekti. Onun gibi atak, kuvvetli ve akıllı bir kuş, sırf zamanından önce yuvadan düştüğü için bu hayatta yer alamayacaktı. Bir ömrü olamayacaktı. Ama artık dilediği gibi yaşayacağı, keyifle uçup süzüleceği  bir hayatı oldu. Ait olduğu yere, doğasına kavuştu. 
Ben annelik içgüdülerimle yavrum acaba yemek bulabiliyor mudur, aç mı tok mu uyumuştur diye düşünüp durayım, diğer yandan biliyorum ki o gerçekten çok mutlu. Kendi gerçekliğine uçtu ve aslında hayatı, gökyüzüne kanat çırptığı o anda başladı. 

Saksağanlar 30-38 yıl yaşarlarmış. Umarım Şans da bu konuda çok şanslı olur, uzun ömürlü olur.

Ben yaşarken, ben gülerken, nefes alırken, dönüm noktalarımdan geçerken, sevdiğim adamla, ailemle, dostlarımla hayatımı paylaşırken, yüzüme çizgiler, saçıma beyaz teller düşerken, ben yaşlanırken, 40., 60. ve hatta 70. yaş günümde mumlarımı üflerken, umarım o hala  yukarılarda bir yerlerde uçuyor olur.

Fotoğraflar: Gökkuşağı Dosyası
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...